İlk başta kendimden başlamayı düşünüyordum da, sonra neden kendimi koşullandırıyorum ki diye düşündüm. Eğer bunu düşünmeseydim girişte saçmalık dolu şeyler olmayacaktı belki de. Hep böyle saçma düşünen bir kişiliğim vardır işte. Buna rağmen kendimden bahsetmiş oldum. Burada kendi düşündüğüm (ne kadar saçma ya da gerçek önemli değil) şeyleri yazacağım.
20 Aralık 2016 Salı
İçimizde Var Olanlar
Gölgesini gördüğüm, sesini yanımdaymış gibi hissettiğim soyut varlığın somutluğunu ilan etmesinin ramak kaldığı noktadayım. Hareketlerimi hareketleriyle taklit ettiği fakat bazı düşüncelerimin tam zıttını temsil eden varlık sanki hayatımı ele geçirmeye çalışan, arkamdaymış hissiyatı verip arkamı döndüğümde yok olan bir gölge misali kapımın zilini çalıp duruyor. Kapının ardından gelen ulumalarının her biri bir cümle edasında kulaklarımda çınlıyor. Bazen öyle ithamlarda bulunuyor ki kendi benliğimden çıkıp kapının ardındaki soyutluk oluveriyorum. İşte o anda içimdekinin içinde olduğum hissi sadece huzur veriyor. Sanki yapmak istediklerimi an içinde yapmaya hazır bir formasyona bürünüyorum ya da bürünen kişi ben değilim bilmiyorum fakat bunun tam tersinin olmama ihtimali olma ihtimaliyle eşit durumda değil midir? Taştığım boşluğumdan, boşluğumun ardına doğru ettiğim seyahat, damarlarımın içine dolan saf bir bebeğin kanının tüm vücuduma, hatta beynimin kılcal damarlarına kadar olan yolculuğun her bir zerresini yok oluşla var oluşun sırrının doruk noktasındaymışım gibi verdiği hissiyatın çaresizliğinde bir yandan yücelip bir yandan boğulurcasına derinlemesine bir acı ve haz hissederken, bunu yaşayanın ben mi yoksa var olmaya çalışıp da var olmayan içimdeki ben mi olduğunun sorusunu cevaplayamamak yakıyor canımı en çok. Sanki içimdeki, farklı bir insanın düşüncelerini yansıtıyor ve yeniden var olma çabası içerisine giriyormuş gibi. Ya o benim ya da ben hiç var olmadım sadece birilerinin kalıntılarını yaşatıyorum içimde. Her insan kendini anlatma ve anlama çabasına girişir, peki ya aslında hepimiz kendi içimizde farklı insanları barındırıyor ve onların hayatını yaşıyorsak, sonuç, biz aslında kendimiz değil bir başkası olarak yaşıyoruza çıkıyor gibi. Hatta belki de bir başkası değil bir başkaları bile olabilir... Deneyimlerimizle kendimizi var etme çabasına girdiğimiz anda -ki bu doğduğumuz andan itibaren böyledir- düşüncesel olarak kendimizi birçok insanın belirlediği kalıpların arasında buluyoruz ve çoğu insanların deneyimlerine dayanarak kendi deneyimlerimizi şekillendiriyoruz. Tarihsel açıdan baktığımızda geçmişte yaşamış insanların düşüncelerine gerek kitaplardan gerekse çağımızda artık internet üzerinden kolayca ulaşarak, mantıklı olanları kendimiz için seçip şekillendiriyoruz. Kendimizi buluyoruz belki de fakat burada sorduğum soru, kendimizi mi buluyoruz yoksa içimize başka insanları mı yerleştiriyoruz? Kendi kendime bir konu hakkında bir düşünceye sahibim dediğim anda o kişi ben mi oluyorum yoksa o düşüncenin temellerinin şekillenmesindeki insan ya da insanlar mı bunu anlayamıyorum. Burada şu söylem ortaya çıkıyor sanırım; diğerleri var olmadan biz de var olamayız. Aslında bizi var eden şey daha önce yaşamış olan insanların içimize işlemeleri mi? Bir süre sonra bu insanların gölgesini değil de direk kendilerini görme düşüncesi korkutuyor açıkçası beni. İnsan bilmediği şeyden korkarmış. belki de bu korkulacak değil de tam tersi daha da fazlasını görmek ve işitmek isteyeceğim bir şeydir bilemiyorum. Belki de şizofren diye tabir ettiğimiz insanlar düşüncelerini görebildikleri için normal insanlardan üstün yaratıklardır. Fakat bunu becerebilen varlıkların azlığı sonucunda, normal insan olarak tabir ettiğimiz insanlar tarafından dayatılan bir kutu antipsikotik ilacın kullanımından sonra tekrar eskiye döndürülmeleri onların düşüncelerini somut olarak gördüklerini ve görebildiklerini değiştirmez sanırım.
19 Ekim 2016 Çarşamba
Kişiler ve Kişilikler
Belki de benim yanımdayken yeni bir sen yarattığın için bu kadar çok hoşuna gitmişimdir. İnsan kendine yeni bir kişilik yaratıp yeni bir role girmeyi başarabildiğini görünce bir hoş olur tabi. Ya da belki de eski kişiliklerinden sıkılıp yeni maceralara yelken açma isteğidir bu. Düşünceleri ve kişiliği sürekli değişen çok kişili yaratıklar olduğumuz doğrudur bence. Fakat yaşanan bu hoşnutluk bir süre için insanı kendinde tutmayı başarsa bile, biraz zaman sonra, o yeni kişiliği de hayatının bir parçası olduğunda, yine her şey sarpa sarmaktan başka bir hale geçmiyor malesef. Bu sefer de kendini tekrar yeni bir sen arama yolunda, kendini hırpalarken buluyorsun. Bu öyle zorlu bir yol oluyor ki ruhunda açtığı yaralar canını acıtmaya başlıyor bir süre sonra. Fiziki bir acı değil bahsettiğim, içten gelen, görülmese de hissedilen bir acı. Tabi etkilerini çevrendeki insanlar o kadar çok görüyor ki, onları ezmeden yeni bir düzlüğe çıkamıyorsun bu yolda. Eklenen her bir kişiliğin ardında bıraktığı; sevdiğin bir insanın leş kırıntılarından başka bir şey olmuyor. Kendine geldiğinde sen bu kırıntıları toplamayı başarsan bile tekrar can vermeye yetecek gücün kalmadığı için onlar da hayatın başka bir olasılığına doğru uçup gidiyorlar.
Kafanda kendini birçok kişi olarak yaratıp, birçok olasılığın içinden geçip; birçok sonuca varabiliyorsun. Amacı yemek yemek olan bir varlığın vücudunun yerine beynini geliştirip geldiği noktaya bakar mısın? Belki de bu kadar gelişmemeliydik gerçekten de. Bu kadar çok düşünmenin bana verdiği tek şey acıdan ibaret. Hatta biz insanlar artık acılarımızı göz önünde tutuyoruz. Birileri öldüğü zaman mezarlık diye yarattığımız yerlere gömüyoruz onları ve sonrasında arada bir yanlarına gidip acılarımızı yeniden tazeliyoruz. Birini seviyoruz ardından ya ölüyor ya bırakıyor ya da sen bırakıyorsun ya da bırakmak zorunda hissediyorsun ve sonra bir başkasını sevip aynı şeyleri yaşayarak acılarını yeniden tazeliyorsun. Hayat bir yuvarlaktan ibaret artık insan için. Bir kısır döngünün içinde hapsolmuşuz. Bu sadece acı için değil hissedebildiğimiz tüm duygular için geçerli bir tanımdır bence. Gerçekten düşünmek yerine yemek yemeyi ve ardından sadece ölmeyi bekleyebilirdim...
Kafanda kendini birçok kişi olarak yaratıp, birçok olasılığın içinden geçip; birçok sonuca varabiliyorsun. Amacı yemek yemek olan bir varlığın vücudunun yerine beynini geliştirip geldiği noktaya bakar mısın? Belki de bu kadar gelişmemeliydik gerçekten de. Bu kadar çok düşünmenin bana verdiği tek şey acıdan ibaret. Hatta biz insanlar artık acılarımızı göz önünde tutuyoruz. Birileri öldüğü zaman mezarlık diye yarattığımız yerlere gömüyoruz onları ve sonrasında arada bir yanlarına gidip acılarımızı yeniden tazeliyoruz. Birini seviyoruz ardından ya ölüyor ya bırakıyor ya da sen bırakıyorsun ya da bırakmak zorunda hissediyorsun ve sonra bir başkasını sevip aynı şeyleri yaşayarak acılarını yeniden tazeliyorsun. Hayat bir yuvarlaktan ibaret artık insan için. Bir kısır döngünün içinde hapsolmuşuz. Bu sadece acı için değil hissedebildiğimiz tüm duygular için geçerli bir tanımdır bence. Gerçekten düşünmek yerine yemek yemeyi ve ardından sadece ölmeyi bekleyebilirdim...
16 Ekim 2016 Pazar
Lanetli Sistemin Lanet Dünyası
Öğrendiğim o kadar çok zevk var ki artık anın tadını çıkaramama tribinden çıkamayacak haldeyim. Neden en zevkli olanı ben yapamıyorum? Ya da bunun için neden çırpınmaya, didinmeye ve çalışmaya gerek var ki? Madem ki sadece yemek yiyerek ve su içerek yaşayabiliyoruz; o zaman neden zevk alabildiğimiz, bizi yemek yemeye ve su içmeye teşvik eden şeyler bir fiyat aralığına sığdırılabiliyor. Kapitalizm pastası dediğiniz ve eşit dilimlere ayırdığınızı iddaa ettiğiniz o pastanın nasıl oluyor da küçük dilimleri bize gelip büyük dilimleri sizin elinizde kalabiliyor? Tabi ki pastanın sahibi sizlersiniz değil mi? İyi de pastayı sizin için yapan kişiler biziz. Dünyada seyahat etmeye para alınmasaydı, hatta az önce söylediğim gibi yemek ve su dışında başka hiçbir şeyi para vererek almıyor olsaydık, hayat daha kolay ve zevk verici olmaz mıydı? İşte o zaman intihar edenleri sayısı azalırdı. Delirenlerin sayısı, açlıktan ölenlerin sayısı, hatta uyuşturucu kullananların sayısı bile azalırdı. Çünkü zaten uyuşturucu kullanıp hayalini kurdukları dünyada yaşıyor olurlardı. Bunun olmamasının nedeni dünyadaki insanları yaşatan maddelerin bir anlık tükenimi olacağı ve bunun sonucunda dünyadaki yaşamın bitmiş olacağı için olurdu. Fakat şu anda söylediğim şey gereğinden fazla yiyenlerin, gereğinden az yiyenlere bir yardımı dokunacağıdır. Gereğinden fazla yaşayanların, gereğinden az yaşayanlara dokunacağı yardım... Uydurmuşuz bir sistem, (uydurmuşlar desem daha doğru olur) arada kaynayanları ne gören var ne duyan. Gerçekleri yüz önüne çıkarmak isteyenlerin kelleleri koltuk altı edilirken, gerçekleri göremeyenlerin kellesi de koltuk altında bir oraya bir buraya sallanıp dönerek dönen bir dünyadan başka bir olay göremiyorum ben.
10 Ekim 2016 Pazartesi
Teknoloji Dönemi Mağdurları
İnsanlar mı çok konuşuyor, yoksa bana mı konuştukları şeyler fazla geliyor karar veremiyorum. Bir mekanın bir masasına geçip oturduğum zaman, yan masaya gelip oturan iki üç yada beş on kişinin konuştuğu muhabbetlere kulak misafiri oluyorum. Hepsi teknolojiye odaklanmış sadece. Teknoloji ve günümüz toplumunun bizi getirdiği noktaların birinden bahsediyorlar. Bahsediyorlar da bahsettikleri zaman sadece onun varlığından haberdarlarmış gibi. Bizi getirdiği noktayı göremiyorlar. Ya kör olmuşlar ya da o bahsettikleri konuda hapsolup kalmışlar. Bilimin bizi getirdiği nokta teknolojinin sağladığı sosyal medya platformu olamaz. İnsanlar bundan habersiz bir şekilde, teknoloji gelişmeden önceki insanlardan daha geride bir pozisyonda ilerliyorlar -tabi ilerliyorlarsa eğer. Teknolojiyi sadece haberleşme ve kendilerini gösterme yönünde kullananlara benim laflarım. Ha konuyu değiştiriyormuş gibi olmadan bir şey daha eklemek istiyorum bunlara; dedikodu. İnsanların hatta insanlığın kuruluşundan bu yana yaşamını devam ettirebilmiş olan dedikodu eylemi. İletişim kurmayı öğrendiğimizden bu yana dedikodu denen soyutluğu başımızdan atamamışız, hatta belki de iletişim denen soyutluğu oluşturan olguya dedikodu diyebiliriz bile. Başka bir insan hakkında konuşmadan karşınızdaki insanla iletişim kurabilmenizin ihtimali sıfır diye düşünüyorum. Bu kişi kendimiz ya da karşımızdaki olabilir ama hiçbir zaman insan dışı ya da bir insanın söylediği bir şeyin dışında bahsettiğimiz bir konu bulamıyoruz. Belki de bu sadece benim yaşadığım yüz yılın içerisinde geçerlidir. Eğer ki öyleyse çok boktan bir yüz yılın içinde doğduğumu belirtmeliyim. Çünkü hiç kimse şu anda var olmayan ama var olabilitesi olan bir şey hakkında konuşmuyorlar. Eminim ki önceden insanlar var olmayan ama bulunabilitesi olan şeyler hakkında konuşuyorlardı ki şu an bu kadar çok ileri gidebilmişiz. Teknoloji konusundan bahsediyorum. Yani en azından diğer yüz yıllar, rönesans dönemi, sanayi dönemi vs. gibi dönemler olduğu için benim dönemim de teknoloji dönemidir diye bir çıkarım yapmam yanlış olmaz sanırım. Ama ki öyle bir ama var ki bu dönemde diğer dönemlerdeki gibi düşünme yeteneği bir bilgisayarın, bir yapay zekanın ta kendine bırakılmış olması. Bu yaratılan yapay zekanın bir insan elinden üretilmiş olma gerçeği hiçbir zaman değişmiyor benim için fakat sorun şurda ortaya çıkıyor; bunu üreten kişinin yaşı en azından 30-40 yaşlarında olsa bunu kullanan insanların yaşının hatta bunu bilinçsiz kullanan bir insanın yaşının 10-13 yaş aralığından başlaması bence mantıksızlığın ta kendisidir. Bu tür bir şeyi kullanacaksan ya da böyle bir süreçten ileri gidebileceksen bu şeyi var eden, üreten insanın yaşına geldikten sonra kullanmamız benim için en mantıklısı olur. Yaşından kastettiğim şey onun olgunluğudur tabiki. 40 yaşında bir insanın çözdüğü, bulduğu bir şeyi 10 yaşında algılayıp anlayabiliyorsak, bu; ne mutlu bu kadar gelişmemizedir. Anlatmak istediğim şey var olan bir şeyi anlamanın, üretilme amacının ne olduğunu anlamanın olgunluğuna ulaştığımızda o şeyi kullanmamız gerektiğidir.
6 Ekim 2016 Perşembe
Aslında Hepimiz Robotuz
İnsanlar birbirlerine duygusal anlamdaki çöküşlerini hiçbir zaman anlatma eğilimi göstermezler. Tabi ki bu gerçek anlamda bir çöküş ise. Bunun nedeni karşıdaki insanla oluşacak olan yeni bir duygusal bağlılığın korkusudur. Bu oluşan bağdan sonra karşısındaki insanın daha önceki insanın yaptığı gibi onu terkedip gideceğini düşünme korkusudur. Bu çöküşler tam anlamıyla bu gidişatta birkaç kez tekrarlandığında insan artık duygularından arınıp mekanik bir vaziyetin içine girmiş oluyorlar. Hatta bundan ziyade kendileri duygularından arınmış, duygusuzlaşmış bir mekanik oluveriyorlar. Bu saatten sonra ne sevebilme yeteneklerini ne de başka bir insana güvenebilme yeteneklerini kullanmaktan mahrum kalıyorlar. Artık oynadıkları rolün farkına vardıkları ve yeni bir role girmek sıkıcı ve itici geldiği için arka plana atılmış bir filmin oyuncusu gibi kendi hayatlarını sessiz ve sakin bir şekilde, geriden ve filmden çıkmış bir oyuncu olarak izlemeye devam ediyorlar. Bu henüz onların kendilerini kaybetmelerinin başlangıcıdır. Fakat bunun farkında olmadıkları için bir şey yapma eğilimi göstermezler; bu süreyi geçtikten sonra yapabilecekleri hiçbir şey olmayacağının farkındasızlığıyla. Bu bahsettiğim şey hayatın tüm alanlarına farklı biçimlerde hakim olduğundan, insan artık kendi kişiliğinin unutkanlığıyla baş başa kalmaktan kendini alıkoyamıyor. Artık kendini tanımaz bir biçime giren insan, kendini bir çok biçemde görmeye başlıyor ama bir an geldiğinde aslında o biçemlerin hiçbirinin kendi olmadığını anladığında; kendini, kendini bulamayacak bir boşluğun ortasında buluveriyor. Sürekli ve her ortamda farklılık gösteren kişiliğinin içinde kaybolmaya mahkum ediliyor. Bunu ne kabul edebiliyor ne de inkar edebiliyor; işte en zor durumda bu olsa gerek... Kabul etse bu toplumda kendini, "Ben bir deliyim." diye bağırmaktan daha kötü bir duruma gireceğinin farkında olacaktır; kabul etmese, "Bana ne oluyor, aslında ben kimim?" sorusuyla karşı karşıya kalacaktır. Sizce hangisi daha zordur? Bence ilk cevabı vermek yaşadığımız bu toplumda daha mantıklı bir hareketmiş gibi gözüküyor. Çünkü Sokrates'in bile ikinci soruyu cevaplayamadığını bildiğimiz bir dünyada ikinci cevabı vermek, diğer insanların zaten sizi deli kategorisine koymaya yeteceğinin kanıtıdır diye düşünüyorum.
4 Ekim 2016 Salı
Soyu Tükenen Canlılar Üzerine
Soyu tükenen canlı
türleri dediğimizde çoğu insanın aklına ilk gelenler, sadece mamutlar ve
dinozorlar oluyor. Fakat bunların dışında dünyada nesli tükenmiş ya da bana
göre –dinozorlar dışında– insanların katlettiği birçok canlı türü bulunuyordu.
Bugün yoldan geçen
insanlara, bundan sadece 1000 yıl önce dünyamızda boynu bir zürafa boynundan
daha uzun, cüssesi bir fil kadar –belki de daha da büyük– bir kuş yaşadığını ve
insanların bu kuşu katlettiğini söylesem, kayıtsızca suratıma baktıktan sonra
geçip gideceklerinden eminim. Fil kuşu olarak bilinen bu kuşlar, insanlar
Madagaskar adasına ayak basmadan önce, uzun ve huzurlu bir yaşam sürerlerken,
insanlar adaya gittikten bir süre sonra ortadan kayboluyorlar, ne tesadüftür.
Aynı durum birçok yerde ve birçok canlı
türünde de devamlılık göstermiştir. Örneğin insanlar Avustralya’ya ilk adım
attığında ekosistemi neredeyse baştan aşağı değiştirdiler. Burada yaşayan,
diprotodon olarak bilinen dünyanın en büyük keselisi, insanların Avustralya’ya adım
atması sonucu ortadan kayboldular. Bu ortadan kaybolmaların arkasında iklim
değişikliği olduğunu iddia eden birçok kişi vardır. Fakat yaklaşık 1,5 milyon
yıldır yaşamlarını sürdüren, yani tüm buzul çağını atlatan bu canlı türünün
46 bin yıl önce ortadan kaybolmasında iklimin nasıl bir etkisi olabilir ki? Bu
insanları haklı çıkarmak için bir bahane olabilirdi belki ama diprotodonla
birlikte Avustralya’da yaşayan dev kanguruların, dev koalaların, keseli
aslanların da ortadan kaybolması bunun bir rastlantı olmadığını gösteriyor.
Benzer şekilde,
Yeni Zelanda’ya 800 yıl önce ilk kez gitmiş olan insanlar orada yaşamaya
başladıktan birkaç yüz yıl sonra, fil kuşu benzeri bir kuş olan mao ile
birlikte orada yaşayan birçok canlı türü yok olmuştur. Üstelik 45 bin yıl önceki
iklim değişikliğini sorunsuz bir şekilde geçirmelerine rağmen. Tabi ki ilk
aklınıza gelen mamutlar da insanlardan nasiplerini almışlardır. Milyonlarca yıl
yaşamlarını sürdürebilmiş bu canlıların, insanların Avrasya’ya, ardından da
Kuzey Amerika’ya yayıldıkça sayıları yavaş yavaş azalarak 4 bin yıl önce ortadan
tamamen kayboldular. Kuzey Amerika’da 30 milyon yıl boyunca yaşamış olan kılıç
dişli kediler aynı dönemde ortadan kayboldular. Bunlarla birlikte mamutların
üzerlerinde yaşayan kene ve parazit tarzı canlılar, birçok memeli ve dev
sürüngenler de yok oldular.
Dünya
ekosistemindeki en ölümcül canlı olmak ne güzel özellik(!) Belki de birçok
insanın bu canlıların nesillerinin nasıl tükendiğinden haberi olsaydı, hala
hayatta olanların ölmemesi için daha tedbirli olurduk. Şu an için sadece
karadaki canlıların yok oluşunda bir payımız var. Fakat sanayi kirliliğiyle
birlikte denizde yaşayan birçok memeli, memesiz canlının nesillerini tehlikeye
atıyoruz. Balinaların da mamutlar gibi ortadan yok olma riski oldukça yüksek
görünüyor. Sanırım ve ne yazık ki yakın zamanda dünya üzerinde ineklerden, tavuklardan ve insanlardan başka
canlı türü kalmayacak...
1 Ekim 2016 Cumartesi
Padişahın Soytarısı
Başka insanların düşündüklerini düşünerek kendi
düşündüklerimizi arka plana attığımız zamanlar... ne kadar saçma zamanlardır. Kendi
kişiliğimizde, kendi düşüncelerimizi yargılayıp verdiğimiz kararlara karşı
onların düşünüp söylediği şeyler ne kadar anlamlı olabilir ki? Ben zaten kendim
için en doğru kararı vermişsem, başka bir insan gelip bunu değiştirmeye
kalktığı zaman buna karşı çıkmam benim için en olumlu şeydir diye düşünüyorum.
Buradaki tek sorunsal bunu söyleyen insanın egemenliği altındaysan ortaya
çıkıyor. İşte o zaman, ''Siktir git bu benim kendim için verdiğim bir karar.''
diyemiyorsun. Bu karara karşı çıkan güvendiğin biriyse; üstüne bir de üzülmek
düşüyor sana sadece. Üzülüyorsun ama üzüldüğün halde bir bildiği olduğundan
sana bunları söylediğini düşündürüyor sana ya da sen o kadar iyi niyetlisin ki
böyle düşünmek istiyorsun. Halbuki seni bu duruma yani bu düşüncelerin temelini
yaratmaya iten kişi de ta kendisi olmasına rağmen...
Hayatın koşuşturmacası içerisinde bir kalıba sığdırılmak
üzerine yetiştirilmiş bizler, bir kalıba sığamayınca ya da sığmak istemeyince
neden bu kadar sorun ortaya çıkıyor? Ben kendim olmak istedikçe neden insanlar
beni kendileri olmaya ya da kendi istedikleri kalıba girmeme beni zorluyorlar? Bir
insanın karşısında dururken ya da muhabbetin tam ortasındayken ona duymak
istemediği bir şey söylediğimde bana karşı alacağı tavrı adım gibi biliyorum. Sert,
kaba ve olumsuz yönlerde birçok yorumların ardını arkasını kesmeyecektir
mutlaka. Duymak istediklerini söylemedikçe insanların hal ve hareketleri
emirlerine uymayan bir askere generalinin ya da komutanının verdiği tepkilerle eşdeğer
olmak zorunda mı? Bir insanla anlaşabilmek için bukalemun taklidi yapmak
zorunda gibi hissediyorum ben kendimi açıkçası. Rolden role giriyorum. Karşımdaki
insanın beni sevmesini sağlamak zorundaymışım gibi hissederek ona bir
soytarının padişahına yaptığı muameleyi yapıyorum. Hayat sürekli böyle sürüp
gidiyor, mutlaka benden senden ya da ondan daha yüksek rütbede bir kişinin
karşımıza çıkıp ona soytarılık, sirk cambazlığı yaptığımız bir dönemden geçip
gidiyor. Biz ise; sahne ardı elemanı gibi o soytarının padişahına yaptığı
muameleyi izleyerek ömrümüzü tüketip hiçbir şey olmamış gibi göçüp gidiyoruz bu
diyardan.
27 Eylül 2016 Salı
baş(şşşşşşşş)lıksız
Uzun zamandır yazmıyordum doğru
düzgün; şöyle biramı açıp, rahat rahat oturup tuşlara basarken yazmanın verdiği
o uyuşturucu kafasını yaşayarak. Daha doğrusu yazamıyordum sanırım. Çünkü
rahatlık denen varoluş hayatımda var olmamaya başlamıştı artık. Yaş olmuş yirmi
iki, okulun bir boşluk olduğunu anlayıp okulu bırakmışsın, artık kafanı yoran
şeyin seni hayatta tutmaya yarayan parayı kazanmak olduğunun tek çıkar yol
olduğu bir döneme girmişsin. Kendime söylüyorum tabi ki bunları. Eskiden olsa
avla bir mamut ye, kafan rahat kalsın. Tabi avlayacak mamut bırakmadığımız için
şu koca dünyada kapitalizm denen uydurmayı yaratmışız kendi beyin gücümüzle.
Kendi çabalarımızla üretebildiğimiz besin kaynaklarını üretmeye devam ederken
yok olanları tınlamayarak para karşılığı ürettiklerimizi üretenlere satarak
dönen bir dünya yaratmışız. Harbiden hayret ederim, bir türün ortaya çıkması
zorlu dönemlerden geçerken neden başka bir türün o türü yok etmesi bu kadar
kolay olabiliyor? Ya da o türü yok eden tür o türden daha mı çok yaşamayı hak
ediyor? Bence ölümlerle varlığını sürdüren bu dünyada; zalimlik, gaddarlık,
kötülük dışında bir egemenlik varlığını sürdüremez. Her yazın kötülüğün
temellerine dayanıyor dersiniz belki ama ben iyi olduğu halde kötülüğü savunan
bir insan olarak tanımlıyorum kendimi ya da dünyanın işleyişini açık bir gözle
görebiliyorum ama sesimi çıkaramıyorum diyeyim. Her neyse artık insanlık adına
düşünmemeyi yeğliyorum kendimce çünkü artık kendi tanımımı kendimce
değiştirmeye karar verdim. E bunu yapmak için de kendimi değiştirmem
gerekiyordu. Ben de artık o kötü olduğu halde iyi görünenlerin tarafında olmaya
karar verdim. Biraz bencilce bir davranış belki ama bu dünyadaki tüm insanlar
bunu hak ediyor. Çünkü iyiyim diyen de kötü oluyor, kötüyüm diyenler zaten kötülükte
master yapmış ama iyilikte master yapanına pek rastladığım söylenemez. Bu yazıyı birazcık yarım kesiyorum iyi geceler birazcık düşünün...
18 Eylül 2016 Pazar
...
Uykusuzluk... Uyumak isteyip de uyuyamamak ya da bunun olacağını bildiğin halde her şeye rağmen her şeyi göze almak. Parmaklarının işlevlerini tam anlamıyla yerine getirememesi ve hissiyatsızlık. Aniden hızlanıp aniden yavaşlayan kalp atışları. İçine çektiğin her dumanda büyüdüğünü hissettiğin et parçaları. Hareket etmekten kendini alamayıp en sonunda güçsüz ve takatsiz düştüğün durumlar. Hoşuna gidiyormuş gibi gelen ama birden bire aslında bok gibi hissettiğin bir durum. Söylemek istediğin ama söylediğin an büyüsünün bozulacağını bildiğin durumlar. Yarı yarıya kumarının oynandığı hayat yarışının içinde hapsolmuşluk hissi. Buna rağmen hiçbir şey söylemesen bile iki seçenekten birini seçmiş olma durumun. Seçim yapmadan seçilmiş bir kumar oyununun sonuçlarına katlanmak zorunda kalmak. Elinde son bir kozunun bile olmayışı. Gerçek olmasa da hissedebildiğin ve beyninin en uç noktalarını bile kemiren gerçek dışı konularla kendini kandırmacalar. Çevreni öyle sarmışlar ki hareket edecek, tek bir adım atacak yerinin kalmadığını hissetmek. Artık seni bir seçim yapmaya zorlayan oyunun bir parçası. Yüksek bir yerden atlama seçeneği... Zorluklara sırtını dönüp tüm işlevini sonsuza kadar yok etme seçeneği... Pillerini kendi ellerinle söküp çöpe atma isteği... Açlık... ama yemek yiyememek ya da bunun olacağını bildiğin halde her şeye rağmen her şeyi göze almak. Gözlerinin ne tam açık kalabilmesini ne de tam kapalı fonksiyonda durabilmesini sağlayamamak. Algıların bir süre sonra kapanmak isteyip kapanamaması. Vücudunun kontrolünün elinden alınması. Boktan durumların algoritmasıdır bunlar. Tüm güzel şeylerin ardında bıraktığı kötülüklerin sonuçlarında; yaşamak isteyip de yaşayamamak...
3 Eylül 2016 Cumartesi
Güvensizlik
Güvensizlikle doluydu vücudumun her bir hücresi. Öyle bir
güvensizlik ki bu, sadece beni değil tüm insanlığı sardığına yemin edebilirim.
Buydu bence nedeni eve gelen misafirin kapıya kadar geçirilmesinin ya da evden
çıktığınızda yabancı bir insanın evde bulunmasını istememenizin. Çünkü kötülük
anında ele geçiriverirdi insanın beynini. Düşkündük kötü diye tabir ettiğimiz
her şeyi yapmaya. Bir junky’e çevirirdi kötülük insanları. Önce bir kere
yaparsınız, baktınız kimse çakmıyor zaten, bir daha yaparsınız. İçten içe
yapardık ama bu kötülükleri, kimsenin işitmesine izin vermezdik. Biri bunu fark
ettiği ya da gördüğü zaman direk ifşa etmeye kalkışırdı çünkü sizi. Bunun
nedeni de kendi iç kötülüğünü dış dünyaya iyiymiş gibi gösterme çabasıydı onun.
Kendini aklama çabasıydı. Kötülüğünü örtbas etme çabası… Başka birini kötü
gösterdiği her an kendi kötülüğünden bir şey eksilecekmiş gibi hisseder insan.
Bu lanet kaderimize yazılan bir aşağılanmadan ibaret değil de nedir ki? Belki
de bir lütuftur bu kim bilebilir? Yaradılışımızdaki amacın ne olduğunu bilmeden
içimizde yaşadığımız şeylerin yanlış ve kötü olduğunu kim söyleyebilir? Belki
de kötülüğü göz göre göre yapmamız için birinin çıkıp bizim iyiliksever
yaratıklar olduğumuzu söylemesini beklemişizdir. Ne bir şey paylaşmaya gönlümüz
vardır ne de bizim olanı insanların kullanmasını görmemize. Hani kendi
paranızla satın aldığınız bir şeye başka bir insan gelip dokunur ya, hah, işte
demek istediğim hissettiğiniz o saçma sapan hislerinizin gerçek olmadığını kim
söyleyebilir? Paylaşmamak için yaratılmış içgüdülerimizi paylaşma yolunda
değiştirmeye çalışmamız ne büyük saçmalıktır bizim için. Diyeceksiniz ki, ben
paylaşırım her şeyimi gerekli gördüğüm her insanla. İşte burada yanıldığınızı
belirtmeliyim. Bunu dördüncü ya da beşinci kez yaptığınızda insanların sizi
enayi ve aptal yerine koyduğunu düşüneceksiniz. Çünkü içinizde yatan o kötülük
dürtüsü sizin bedeninize batan bir iğne gibi sokup duracaktır. Doğrudur da
söylediği şeyler. Çünkü diğer insanlar sizi aptal yerine koymaya çalışıyordur.
Çünkü hepsinin içindeki kötülüğü ne yönde kullandığını kimse bilemez. İnsanın
şu dünyaya geldiğinden beri ne zaman iyilik yaptığını görmüşsünüzdür; sonsuza
dek?
Boşluğun Efendisi
Gün aşırı derece boş geçmişti. O kadar boştu ki günün
neredeyse 9 saatini bilgisayar ekranına bakıp dizi izleyerek geçirmiştim.
Dizinin final bölümünün son 5 dakikası kalmıştı ki kapı çaldı. Saat gece 2
civarıydı, gelen Osman’dı. Kapıyı açtığımda benden yaklaşık üç kat daha büyük
vücuduyla içeri daldı. Tam o anda elinde anahtar olduğunu gördüm. Anahtarı ev
arkadaşım paspasın altına koymuş ki Osman zili çalmadan içeri girebilsin.
‘’Hey,’’ dedim, ‘’madem anahtarın var neden zili
çalıyorsun?’’
‘’Anahtarın paspasın altında olduğunu zili çaldıktan sonra
öğrendim.’’ diyerek savunmaya geçti.
Bir şey diyemedim tabi. Naim, ev
arkadaşım, ona mesaj atmış anahtarın paspasın altında olduğunu ama o mesajı
zili çaldıktan sonra okumuş. Her neyse, elinde bira bana bakarken, onunla
dışarı çıkmamı önerdi. Zaten evde kafayı yemek üzereydim. Dışarıda birkaç bira
içip kafa dağıtmak iyi gelir diye düşündüm. Sırayla tuvalete geçip işedikten
sonra dışarı çıktık. Birilerini aradı telefondan, büyük parka çağırdı. Biz de
oraya gidecektik sanırım. Zaten evden iki sokak ötedeydi. Gitmeden önce
cebimdeki son kuruşlarla bira ve sigara almaya giderken iki arkadaşını daha
gördük. ‘’Ne çok arkadaşı var!’’ diye geçirdim kafamdan. Selam bile vermeden markete
geçtim. Çıktıktan sonrasında birlikte yürümeye başlamıştık bile, onlar da büyük
parka gidiyormuş. Aman ne büyük tesadüf dedim kendime. Yürümeye başladıktan beş
dakika sonra tanıştırmak için seslendi Osman,
‘’Bu arada bu arkadaşım Sercan.’’
‘’Oh selam,’’ dedim sanki daha 3 saniye önce görmüşüm gibi
davranarak, ‘’memnun oldum.’’
İsimlerini hala hatırlamıyorum. Büyük parka geçtiğimizde
çimlerin üstünde oturan kalabalık bir grubun yanına oturduk. Keşke evde
kalsaydım diye düşündüm. Tek birini bile tanımıyordum. Ortada saçma sapan
muhabbet döndürmeye çalışıp döndüremeyen bir grup sarhoş gençti bunlar. İçmeye
bayılırım ama henüz o günkü ilk biramı içmeye başlarken böyle bir ortama
katılmak çekilmez olurdu benim için. Neyse ki can dostum sokak köpeklerinden
biri ordaydı, onu görünce direk yanına gittim. Çenesinin altındaki tüyleri
okşamaya başladım. İlk başta benden korkmasına rağmen ona yumuşak davrandığımı
görünce sevmişti beni. Siyahlı beyazlı yaklaşık bir yaşındaydı. Onu
okşayışımdan o kadar hoşlanmıştı ki, elimi çektiğimde resmen beni sev diye yalvarıyordu
bana. Biraz daha sevdikten sonra Osmanların yanına geçmek için kalktım yanından
köpeğin. Gruptaki sarışın kendini beğenmiş kız herkesle konuşmaya çalışıyordu.
Kafasının güzelliği davranışlarından o kadar net anlaşılırken, normalmiş gibi
rol yapmayı iyi becerdiğini sanıyordu kendince. Herkese tek tek okuduğu bölümü
sormaya başladı. Sıra bana gelmişti.
‘’Ya sen ne okuyorsun?’’ dedi.
‘’Okumuyorum.’’ dedim alaycı bir ses tonuyla.
‘’Güzel, bir meslek sahibi olacaksın en azından.’’ dedi.
Okuyordum aslında ama sadece o an tanımadığım bir insanla
muhabbete girmek istemiyordum. Dışarı çıkmamım nedeni tanıdığım bir insanla
konuşmak ve bir iki bira içmekti. Her neyse sarışını bu sorular kesmemişti
anlaşılan. Nereli olduğumuzu sormaya başladı teker teker. Herkes cevapladı.
Bana sordu, Antakyalı olduğumu söyledim. Sonrasında Osman ona nereli olduğunu
sorunca, ‘’Sence nereliyim?’’ diye sormaya başladı bu kez herkese. Sarhoştu ve
egosu normalinden on kat daha fazla işliyordu kafasında. Herkes bir tahminde
bulundu. Soruları dönüp dolaşıp bana geliyordu. Bana sorduğunda, ‘’Bana ne
senin nereli olduğundan.’’ dedim. Kabul ediyorum biraz kaba bir davranıştı ama
tanımadığım biriyle konuşmak istemiyordu canım o gün. Bu muhabbetten beş dakika
sonra topluca kalktılar zaten.
‘’Sadece eğleniyordum, niyetim sizi kızdırmak değildi,’’
dedi kalkarken suçlu bir duyguyla ama hala bir o kadar egoluydu, ‘’Karadenizli
olduğumdan söylüyorum bunu, oralı insanları yanlış tanıyın istemem.’’ diye
devam edince anlamıştım bunu.
Onlar gidince üç kişi kalmıştık, Osman ben ve Yankı.
Yankı’yı tanıyordum, Osman’ın bölümünden bir üst sınıf öğrencisiydi. Elektronik
mühendisliği okuyorlardı. Osman kadar iri olmasa da benim iki katım vardı yine
de ya da ben aşırı derece ufaktım sanırım. Birer sigara yaktık, benim siyahlı
köpek yine gelmişti yanıma. Biraz daha sevdikten sonra Yankı’ya yolladım biraz
da o sevsin diye. O köpeği severken yolda Osman’ın tanıştırdığı iki kişi
yanımıza gelip oturdular, onların ardından iki kişi daha geldi. Yabancılardan kurtulamayacağım
sanırım bu gece diye düşündüm. Oturanlardan biri kızdı, sigarası olan var mı
diye sorunca ona da bir sigara uzattım. Tütün harici normal sigara bulununca
ortamda, sevindi biraz. Son paramla aldığımı söyleseydim geri çevirir miydi
asla bilemeyecektim tabi ki.
Sigaramı söndürüp ikincisini yaktığımda, Yankı bir şeyler
anlatıyordu. Onda da vardı biraz kendini övme çabası. Hiç sevmezdim bu
durumdaki insanları. Neyse, madem buradayım, ortama katılayım bari diye
düşünerek dinledim muhabbeti.
‘’Geçen bir kız en son ne zaman seviştin diye sordu bana,’’
dedi Yankı, ‘’hatırlamıyorum dedim.’’
‘’İlerleyen yarım saat içinde deseydin turnayı gözünden
vurmuştun.’’ dedim.
‘’Hahaha,’’ dedi Yankı, ‘’sonra ben de ona sordum o da
hatırlamıyormuş.’’
‘’Seviştiniz mi sadede gel bence.’’ dedim.
‘’Hayır,’’ dedi, ‘’başka bir yere bakıyordum ki kız
kaybolmuş.’’
Çantada kekliği kaçırmıştı resmen. Üzüldüm adına. Kız resmen
kendi ağzıyla sevişelim demiş, yazık. Bu muhabbetten sonra ortam baya boka
sarmaya başladı benim açımdan. Ne düzgün bir muhabbet vardı ortada ne de
tanıdığım biri. Evde sıkılmak burada sıkılmaktan daha iyidir dedim kendi
içimdekine. Ne güzel onaylıyormuşum kendimi, o an fark ettim bunu. Ben
kalkıyorum diyerek sıçradım ayağa.
‘’Nereye gidiyorsun?’’ dedi Yankı.
‘’Eve.’’ dedim.
‘’Neden?’’ dedi.
‘’Ev…’’ dedim, ‘’iyidir dostum.’’
Selamımı çakıp yoluma devam ettim. Sokaktaki tekelden
uyumadan önceki son biramı alıp borca yazdırdıktan sonra eve geçtim. Bir damla
bile uyku yoktu gözlerimde. Birayı içtikten sonra da olmayacağının
farkındaydım. Biramla birlikte birkaç
şarkı dinlerken, ilaç dolabındaki Atarax geldi aklıma. İyi uyutuyormuş adamı.
Şıp diye düşüyormuşsun yatağa. Birayı bitirip dolaba gittim. Prospektüsünde
alkol ile alınmaz yazıyor diye hatırlıyorum ama kimin umurundaydı ki. Zaten bulamadım
dolapta, onun yerine Xanax adında başka bir ilaç buldum. Bu ondan daha
etkiliymiş diye duymuştum. Bir bardak su ile birlikte aldım ilacı da, geçtim
odama. Attığım andan itibaren beynimin uyuştuğunu hissedebiliyordum sanki. Bir
sigara yaktım ve ne olacağını beklemeye karar verdim. Sadece koltuğa oturup
arkama yaslandım ve bekledim. Uyuştuğumu hissediyordum sadece ama uyumamaya
niyetliydim. Neler olacağını merak ediyordum açıkçası. Müzik eşliğinde
bekliyordum sadece. Ne kadar sürede etki ediyor acaba diye düşündüm. Sigaram
bitmişti ve resmen hissediyordum artık… hem kafamda hem çevremde. Odamdaki masa
lambasının yanıp söndüğünü gördüm ilk başta, ardından pencerenin yanından giren
günün ilk ışıklarını fark ettim. Resmen hareket edemiyordum; susuzluğumun
bastırmasına rağmen ne bardağa ulaşabilmiş ne de gidip içine mutfaktan su
doldurabilmiştim. Odadaki sarı ışık kızarmaya başlıyordu. Düşünmeyi denesem de
sanki içimdeki başka bir dürtü düşünmeme engel oluyordu. İyi ya da kötü hiçbir
şey düşünmüyordum, yalnızca tek istediğim tüm hayatım boyunca bu halde kalma
isteğiydi. Sanırım aradan birkaç dakika geçince, ya da belki de çok fazla
dakika geçmişti bilmiyorum, hiçbir şey hissetmemeye başlamıştım. Kalkıp mutfağa
kadar gidip suyumu bile alabilmiştim, çünkü yorulduğumu da hissetmiyordum. Yorgunluğumu
hissetmiyordum ama oraya gidip gelmem uzun bir zaman almış gibi hissetmekten de
vazgeçemiyordum. Çünkü oradayken iki bardak su bitirmiştim. Tabi ki benden
sonra gelen Osman’ı da salonda görmüştüm. Benden on kat daha fazla alkol
almıştı o gün eminim ama benden daha hızlı olduğuna yemin de edebilirim.
Penceremden gelen kuş cıvıltılarını, çalan müzikle birlikte aynı anda ayrı ayrı
zevk alarak dinleyebiliyordum. Damarlarımın genişlediğini hissedebiliyordum ama
algımın açıldığını mı kapandığını mı soracak olursanız bu konuda net bir kanıya
varmış değildim ki iki sigara kapıp Osman’ın yanına gidene kadar. Algım feci
derecede açıktı, bilincimin uyanık ama vücudumun kötü durumda olduğunu o an
anlamıştım. Duvardaki parazitleri net olarak görebiliyordum ama ne kadar
yakında ya da uzakta olduklarını seçemiyordum sadece. Ölüm noktasına gidişteki
yolculuğun başında gibiydim. Gözlerim yarım açık bir şekilde etrafı izlerkenki
hareketlerimin yavaşlığının farkındaydım ama hızlandıramıyordum. Dokunduğum her
şey o kadar gerçekçi geliyordu ama normal zamandaki gerçeklikten on kat daha
farklıydı. Bira yudumlamayı bırakmış bardaktaki suyumu yudumlarken fark
edemediğim şey; biradan suya nasıl geçmiş olduğumdu. Kafamdaki milyonlarca
düşünceden sadece binlercesi kalmıştı sanki. Güzel bir şeydi bu ama hala gram
uyumak istemiyordum. Görmek istediğim şeyler vardı. Kimilerinin yalan dediği
gerçekliği bu dünyadaki gerçekliğe taşımak niyetindeydim. Gözlerimi zar zor açık
tutmaya çalışıyordum çünkü uyumak istemiyordum. Deneyim yaşamak niyetiydi
bendeki. Birkaç gün önce kestiğim parmağımdaki yara kabuğunu yolmaya başladım
tırnaklarımla. Bunu yaparken gözlerim hala yarı kapalıydı. Elim kanamaya
başlamıştı ama tek bir acı bile hissetmiyordum. Ekstazi aldığım gecelerin
sonunda uyumak için atardım Xanax’ı çünkü ekstazinin son anlarında uyumak
ölümden beter bir ölümsüzlüğü andırırdı. Odamdaki çorap kokusuyla birlikte
küllükteki kül ve sönmüş izmarit kokusunu hatta iki gün önce yıkamış olduğum
saçımdaki şampuan kokusunu bile alabiliyordum ve saçlarıma dokunduğumda sanki
ilk defa dokunuyormuşum gibi hissediyordum. Kalbime dokunduğum zaman, sanki ölü
bir adamın vücudundan nabız almaya çalışıyormuş gibi hissediyordum… ama
yaşıyordum işte. Ölüm noktasına gidişin başını aşmış da ölmüş gibiydim. Artık
koltukta etki göstermesini beklemekten vazgeçtiğim ana gelmiştim. Yatağa
atacaktım kendimi ve orada uykuya dalmamaya çalışacaktım. Çünkü uyku getiren
ilaçlar aldığında uykuya engel olursan, çok ilginç şeyler olduğunu okumuştum
bir yerde. Deneyimlemek istediğim buydu açıkçası. İçebildiğim son bardak suyumu
da içtikten sonra attım kendimi yatağa. Yatağa geçmeden önce gömleğim ve pantolonumla
yaptığım mücadelenin bir yıldan fazla sürdüğüne yemin edebilirim ama sadece bir
dakika geçtiğini saate bakınca anladım. Yatağa geçtiğimde artık gözlerim sadece
yüzde yirmi beşini kullanabiliyordu. Sabah kalktığımda nasıl olacağımı
düşündüm. Keşke hep böyle kalsam… dertsiz ve tasasız. Lambayı kapadım, gün artık
odayı ışıtacak kadar aydınlıktı. Bir sigara daha dedim… ve yaktım. Son
sigaramdı o gecelik ya da sabahlık. Çünkü dumanı bile hissetmiyordum artık.
Üstelik geçen süre henüz sadece on beş dakikaymış. Tekrar kalbime dokundum,
sanki yokmuş gibi davranıyordu bana. Bir bardak daha su dedim ama kalkamadım.
Etrafa baktım, her şey aynıymış gibiydi ama hiçbir şey öyleymiş gibi
durmuyordu. Ardından gözümü kırptığımı hatırlıyorum sadece. Açtığımdaysa; ta ta,
saat öğleden sonra üç olmuştu. Yataktan çıkmak bile istemiyordum ama bir o
kadar da rahatlamış hissediyordum. Zorlayarak attım üstümdeki yorganı diğer
tarafa, kalkıp kahvemi yaptıktan sonra dünyanın aslında tamamen boş olduğunu
hissettim. Ben ise boşlukta uçuşan toz parçacığı… Bir kavanozun içine hapsolmuş
görünmez hava gazıydım sadece, işlevsiz, amacı olmayan ama mutlu bir haldi bu.
Tanrı-Evren Adına
Evren hakkında
ortada birçok teori dönmesine rağmen henüz net olarak bir sonuca varmak
insanlık için bilinmezlik içinde yüzmekten başka bir şey değil. Çünkü şu ana
kadar kendi galaksimizi bile fethedebilmiş değiliz. Karanlığın içinde
yuvarlanan, bir yerden bir yere gitmeye çalışan ama doğru düzgün başaramayan
yaratıklarız. Birçok sırla dolu olan bu karanlık içinde bizi ışıtan güneş
dışında hiçbir ışık kaynağına tam anlamıyla ulaşabilmiş değiliz. Var
olduklarını elbette ki biliyoruzdur ama ulaşamadıktan sonra bir şeyin var olup
olmamasının ne önemi var ki?
Evrenin ışık
görmeyen her tarafı karanlıksa eğer ve karanlığın oluşması için bir ışık
lazımsa; evrenin gölgeden oluşan bir karanlık olmadığını kim söyleyebilir? Güneşin
milyon katı büyüklüğünde bir ışık kaynağının gölgesinden oluşan bir evren…
Peki, bu gölgeyi yaratan şey nedir? Evrenin bir kapalı kutu olduğunu düşünsek
ya da o kadar abartmayalım, bizim küçük yaşam alanımızı oluşturan galaksimizi
dev ışık kaynağından koruyan koca bir duvar olduğunu varsaysak; bir hata etmiş
olmayız sanırım ama tabi ki bu sadece bir varsayım olur. Çünkü bizim küçük
bilinççiklerimiz bunları öğrenmek için yaratılmadı. Ha eğer dünyaya geldiğimiz
zamandan şu anki ana kadar yaşadığımız süreyi bir o kadar daha yaşarsak belki
bunun cevabını bulabiliriz. Tabi ki bir 200 bin yıl daha yaşayacağımıza ben
şahsen inanmıyorum. Evrenin bizi bu bilince kavuşturmasındaki amacının; dünyayı
yok etmek üzerine olduğunu düşünüyorum ve bunu yavaş yavaş yerine
getirdiğimizin kanaatindeyim. Diğer hiçbir canlının içinde doğaya zarar vermek
üzere yüklenmiş bir içgüdü olmadığını düşünüyorum fakat biz insanlar bu kadar
bilinci elde ettiğimiz ve bu bilincin bize boş yere verilmediği için, üstümüze
düşen görevi ağır ağır yerine getirdiğimizin farkındayım. Tabi ki bunu hiç
kimse kabul etmeyecektir. Çünkü hiçbir insanoğlu kötü olduğunu kabul edecek
cesareti gösteremeyecek kadar egolu yaratılmıştır.
Evreni tanrı gibi
gördüğüm kaçınılmaz bir gerçektir benim için. Bu yüzden evrenin koca bilincinin
küçük bilinççikleri olduğumuzu düşünüyorum. Fakat madem bu kadar kötüyüz, tanrı
yani evren bizi bu amaçla yaratmış demektir. Tanrının oğlu şeytanın
kolonileştirdiği, amacı dünyayı yok etmek olan zavallı ama bir o kadar da üstün
yaratıklarız.
Karanlık… ışığın
yokluğunun yansıması olan karanlık… ışığın gölgesinde kalan karanlık… evrenin
ışık vurmayan her tarafı. Koskoca evrende, kendisinin milyon katı
büyüklüğündeki ışığın gölgesinde kalıp bir mum ışığı gibi sönmeyi bekleyen
güneş, bir kutunun içinde havasızlıktan sönene kadar devam edecek olan o
kudretli ışığın aslında sadece bir mum ışığı değerindeyken; çekim gücünden
kurtulmayı başaramayan, evrenin en akıllı varlıkları olarak nasıl kendimizi
tanımlayabilmişiz. Evrenin bilinci olduğumuzun bilinçsizliğindeyken, evrildiğimiz
bu halin dinozorlar gibi son hal olduğu düşüncesi beynimi kemiriyor. Tüm
evrenin bir uyum içindeki bilincinde hareket etmesinden yola çıkarak, koskoca
bir bilincin içindeki, yok olması gereken küçük bilinçli ama bilinçsiz atom
parçalarıyız. Göremediğimiz dördüncü boyuttaki dev güneşin yok oluşunun
yansımalarıyız. Bu evrim sürecine, ‘’bir dur’’ deme haliyiz. Dinozorların
üzerine düşen meteor parçası gibiyiz. Evrenin bize ne yapsa yok edemediği, her
şeyden paçasını kurtaran bok parçalarıyız. Bu kadar akıllanması gerekmeyen,
haddini aşan gereksiz varlıklarız belki de. Kafamıza meteor atsa bile
kurtulmayı başarabilecek kadar haddini aşmış, evrenle savaş haline girebilecek
kadar küstahlaşmış, sayıları milyarlara kadar ulaşmış savaş askerleriyiz.
Kapalı bir kutunun içine hapsedilmiş savaş tutsağı olduğu halde çoğalıp evrene
kafa tutmaya çalışan karınca askerler… Üzerimize basılacak olan o ayağı
bekleyen küçük karınca askerler…
Evrenin devasa
dengesinin dünyayı yok etme parçaları olarak tasarlanan bizler, amacına yavaş
yavaş ulaşmaya çalışan şeytanın komutası altında çalışan paralı askerler
gibiyiz. Tanrı şeytanı oğlu olarak yarattı… Hiçbir insanın içinde kötülükten
çok iyilik olamaz. Ortaya çıkışımızdan bu yana tüm dengeye aykırı olarak
yaratılan bizler, başka bir dengeyi kurmak için gönderilen yapı
mühendisleriyiz.
Görünmez bir
diyarın görünür parçalarından en işlevsiz olanıyız. Görünürdeki görüntüsüzlüğü
yaratan parçalar da diyebiliriz. İçten gelen anlamsız mesajları hiç
yorumlamadan uygulamaya geçiren makinenin komut tuşlarından ibaretiz. Eğer
kapatma tuşuna basmaya cesaret edebilen bir makineyseniz akıllı
makinelerdensiniz demektir. Benim sürümümde o fonksiyon bulunmuyor. İçgüdü
denen bir programla iç içe yaratıldığımdan, bu tuşun işlevini henüz tadamadım.
Merak da etmiyorum aslında. Sonucunda ne olacağını bilmediğin tuşlara basmamak
gerektiği kanısındayım. Zamanı geldiğinde o tuşa basılacağının farkında olmam
bana yetiyor. Bu yükü üstümden aldıkları için onlara minnettar olmalıyım.
Öyleyim de. Bir parçası olduğum bu koca görünmez makinenin sadece bir emir
kuluyum, ne yaparsam yapayım kurtulamayacağım çünkü aslında yapmak zorunda
kaldığım iyi ya da kötü olan her şeyin; aslında zaten o istediği için olduğunu
biliyorum. Burada benim ne düşündüğüm değil, ne düşündürdüğünün ve yaptırmak
istediğinin önemi daha büyük kaçıyor işte.
Bilinmezlik Adına
İnsanı bu gerçeklikte tutan şeylerden biri duygularıdır.
Duygularından arınmış bir insan; insan olmaktan çıkmış ve bilinci tamamen
özgürlüğe kavuşmuş demektir. Artık gerçeklikten tamamen soyutlanmış olan ruhu,
ebediyen huzura kavuşmuştur. Gördüğü sevgiden hiçbir şey hissetmiyorsa ve
kimseye sevgi, nefret, üzüntü hissetmeyip acı çekmiyorsa; bu dünyadaki gerçek
olmayan gerçeklikten kurtulmuş demektir. Asıl gerçekliği o zaman görmeye
başlar, beyninin ona oynadığı oyun bir son bulmuştur artık. Bilinci yeniden evrenin
bir parçası olmaya hak kazanmıştır. Yalnızca ölüm ilgilendirir bu noktadan
sonra onu. Ölürken beyninin salgıladığı maddeyle asıl gerçekliği gözleriyle
görme lütfunu tadacaktır.
Beynim bana bir şeyi hayal ettirebiliyorsa, bu hayalin gerçek olmama ihtimalini düşünmeme gerek olduğunu sanmıyorum. Düşünülen her hayal, görülen her gerçeklik kadar gerçektir kafamda. Bilinmezlikten oluşan şu evrende –ya da biz insan bilinçlerinin bilmesi gerekmeyen şu evrende– bilinmeden oluşan her hayal, düş gerçektir. Eğer kurulan hayaller olmasaydı, bilinmezlik içinde kayboluşumuz ebediyen devam ederdi. Bildiğimizi düşündüğümüz her şeyi kapsayan bir şey varsa o da bilinmezliğin ta kendisidir. Çünkü bilinen ve öğrenilen her şey bir bilinmezlik olduğu için varlıklarını sürdürmektedir. Işığın varlığı biz onu bilinmezliğin içinde bir kalıba sığdırdığımız için devam etmektedir. Bu tüm evrendeki her şey için geçerlidir. Evrenin bilincinin oluşturduğu biz küçük bilinççikler, küçücük bilinçlerimizin toplamıyla evreni oluşturuyoruz. Yalnız başınayken beynimizdeki bir nöronun bir anlam ifade edebilmesi çok zordur fakat milyonlarcası bir araya geldiği zaman sırrını hala çözemediğimiz beynimizin yapı taşlarını oluştururlar.
Bir insanın mavi diye tabir ettiği kırmızılıklar olsaydı
fakat biz o her kırmızı dediğinde ağzından dökülen kelimeyi mavi olarak
algılasaydık ve bunu hiçbir zaman fark edemeyeceğimizi bilseydik, burada gerçek
olan renk kırmızı mı olurdu, yoksa mavi mi bunu hiçbir zaman bilemezdik. Benim
karşımda gördüğüm lambanın şeklinin yuvarlak olduğunu biliyorum ve
karşımdakinin de onu yuvarlak olarak gördüğünü varsayıyorum çünkü gerçeklik
budur diye düşünüyorum. Fakat bana yuvarlak gözüken lamba başkasına kare
şeklinde görünüyorsa, her insanın algısında her şeyin çok farklı şeyler olarak
canlandığını söylememde bir sakınca yoktur sanırım. Mesela doğuştan görme
engelli olan bir insan düşünün, bu insan doğduğundan öleceği ana kadar sadece
karanlığı mı görüyor dersiniz? Onun hayalinde kurduğu algıda, lamba şeklinin
yuvarlak olmasına rağmen, dikdörtgen şeklinde var olması onun gerçekliğinin
gerçek olmadığını mı gösterir? Elbette ki lambayı gerçek yapan onun şekli
değil, bizim algımızda oluşturduğumuz lambanın hayalidir. Dünyayı hiçbir zaman
göremeyecek olan bir insan, hayal gücünü tamamen evrenin kendisinden almıştır.
Prototip
Şu sanki her zaman bir şeyler eksikmiş, sanki bir şeyler tam olmamış hissi var ya... işte o öldürdü beni. Sanki her ne konu ya da yapılan her ne olursa olsun sürekli eksik bir şeylerin var olduğu düşüncesi eksik olmuyordu kafamdan sadece. Ya olan şeylerde eksiklik vardı ya da olanlar bana yetmeyecek şekilde tasarlanmıştı bu dünyada. Belki de ben doyumsuzdum, ama doyuracak bir malzeme yoktu ki bu sofrada. Ben su ve ekmeğe razı gelsem, sofrada örtüden başka bir şeyin belirdiğini göremiyordum. Yanlış yerdeyim diye düşünmeden edemiyordum. Yanlış yer... Hesaplarıma uymuyordu dünya düzeni. Ya yanlış yerdeydim ya da hiç var olmamam gerekiyordu. Tanrı'nın dünyaya gönderdiği bir prototiptim belki de... başarısız bir prototip. Yaşam sınavını atlatamayan, hatta bu sınavdan nefret eden bir prototip. İnsanların düşünceleriydi sanırım bu sınavın en kazık soruları. Sınav kağıdında görmek istemeyeceğiniz cinsten sorular. Aşağılayıcı, iğneleyici, seviyesiz sorular; cevapları içlerinde saklı. Kim ne düşünüyorsa onu yapmak istiyordur demişimdir her zaman. Bir insan düşündüğü şeyin toplumda kötü algılanacağını hissettiği zaman, bu –toplum suçunu– karşısındakine sunmaya çalışır. Böylece kendi iç dünyalarını rahatlatmaya çalışıyordu insanoğlu sanırım. Ama bana çekici gelmiyor bunların hiçbiri. Niyadımı doldurup gitmek istiyorum sadece –zamanımın geleceği başka bir diyara doğru.
10 Ağustos 2016 Çarşamba
Saçma!
İlgisizlik dünyanın en iğrenç şeyi olsa gerek. Hiçbir şeye ilgi duyamamak... Gerçi iğrenç olan bu dünyayı nasıl ilginç bulabilir, nasıl ilgi duyabilirdin ki? Saçmalıklarla dolmuş taşmış ya da saçmalıklarımızla doldurup taşırdığımız, kendimize bir hayaller alemi yarattığımız bu dünyada, ilgisizlik hastalığına yakalandım. Mutsuz muyum bilmiyorum, mutlu olup olmadığımı da bilmiyorum gerçi. Umrumda değil sadece. Hayal ürünlerimizle bir oyun alanına çevirdiğimiz bu dünyada, insanlar ve fikirleri o kadar saçma ki dayanılmaz derecede iticiler. Karşındakinin fikrine saygı duymak zorunda olmak diye bir anlayış ne kadar saçmadır. Bir insanın aklından çıkan hiçbir yasa ve hiçbir gerçeklik, benim olmasını istediğim doğrularla hiçbir zaman etkileşim kuramadı. Bütün insanların düşündükleri tüm fikirler kendi çıkarlarına işliyor anca. Bu yüzden insan safsatalarını, laf salatalarını duymak ve bunlara saygı göstermek herhangi bir insan için doğru olmasa gerek. İnsanlar ve ürettikleri ve kullandıkları ve herkesin kullanmak zorunda bıraktıları her şey şaçma. Bir yerden bir yere gitmek için bindikleri otobüsler çok saçma. Üzerlerine geçirdikleri kumaş parçaları saçma. Toplum baskısı ve bunlara uymak zorunda olmak, kültür ve gelenek denen hayali varsayımlar çok saçma. Kendi kafalarıyla yarattıkları ve onlardan sonra gelen herkesin sorgusuz sualsiz inanmasına zorladıkları ve inanmayanları dışladıkları evrenin efendisi tanrıları çok saçma. Her köşe başında duran, bir üniforma giymiş diye kendini dünyanın sahibi sanan polisler çok saçma. Bir koyun gibi bir alanın içine sıkıştırılmak çok saçma. Kalbinin sesini dinlemek çok saçma, sanki varmışçasına öyle bir şey. Her şeyin saçma gelmesi, hiçbir şeye ilgi duyamamak, istediğin yer ve zamanda değilmişsin hissi de bir o kadar saçma işte. Yirmi iki yaşındayken sanki yetmiş seksen yaşında her an ölecek biriymiş gibi hissetmek... saçmalığın daniskası da bu olsa gerek.
8 Ağustos 2016 Pazartesi
Kaybedenin Zaferi
Kazanılan tüm zaferlerim ateşle yakılıyordu sanki bir sahnede. Herkesin önünde ve hiç durmaksızın körükleniyordu. Ne serpecek bir damla su, ne de engelleyecek gücüm kuvvetim kalmamıştı, ama insanlar harikulade bir yok oluş seyrediyordu. Bu bile yeni bir zaferdi benim için. Kaybeden kazananın zaferiydi bu. Ateş sönmeye yeltendiği anda seyirciler tahta ve odun yağmuruna tutuyordu adeta sahneyi. Acıyı seyretmek hoşlarına gidiyordu besbelli. Acımasızdı her biri, hiç kimseye acımaları yoktu o anda –kendilerine bile. Tek istedikleri karşılarında cayır cayır yanan o saf acıyı görebilmekti. Acımasızlıklarının acısında boğulan her yaratık oradaydı. Çoğunluk insan, hatta hepsi insan... Sustum... alevim küllere dönene ve küllerimse toz olup uçana kadar. Uçan küllerin üzerine yavaştan hızlanarak düşen ufak damlalar hissettim önce, ardından gökleri delercesine yağmaya başladı: Yağmur. Toprağa çarpan her tanesinin sesini işitiyordum. Yağmur bile benden yana değildi o sırada, çok geç kalmıştı zaferimi yaşatmak için. Çünkü yanan her bir zaferim kül olmuş, şimdi de onun ıslaklığıyla yok oluyordu. Küllerim toprakla karışmaya başladı en sonunda... ama biliyordum her yağmur yağdığında bulutların gücünün biraz daha ve biraz daha azaldığını. Ve sonunda gücünün sınırına dayanan o bulutların ardından doğacak –her zaman varlığının orada olduğunu bildiğim; Güneşi bekliyordum. Her sağanağın ardından doğacak o güneşi... Doğup beni yeniden kasıp kavuracak, küllerimden beni yeniden doğuracak o güneşin doğmasını bekliyordum...
27 Nisan 2016 Çarşamba
Minik Yavru Kedicik
Ellerinin arasındaki yavru bir kedi gibiydi oysa ki, ne
nankörlüğü öğrenebilmiş ne hayata bir yerinden tutunabilmeyi. Asaletini kazanamadan
yitirmiş bir kedi. Sevdiğin her kedinin bir asaleti olurdu gerçi. İster bir
sokak kedisi olsun, ister bir ayağı olmayan bir sokak kedisi, ev kedisi ya da
bir ayağı olmayan bir ev kedisi. Düşüncesi, ‘’Beni kim daha güzel seviyorsa ona
okşatayım kendimi.’’ olan bir varlığın hastalıklı asaletiydi bu. Tüylerinin kıvrımlarına
senin dokunduğunu sanırsın ama bir anlık elini ve ilgini kendinle ilgili olan
bir şeye yönelttiğin anda, başka birinin elinin altında görürsün o hastalıklı
asaleti. Güvenemeyeceğin bir varlıktır o senin için artık. Bunu anladıktan
sonra düşünmeye başlarsın elini çekmemen gerektiğini. Otlağa yalnız
gönderemeyeceğin koyun gibiydi o, bir çoban misali kavalınla eşlik etmen
gerekirken kurtların arasına gönderdiğin bir koyun. Sen onu bir kurt gördüğünde
ne yapılacağını bilen bir koyun sanırken, kendini kurt mahzeninin yolunu bile
bile izlerken bulan bir koyun. Onun kurtlar sofrasına düştüğünü öğrendiğin anda
aralanmaya başlar gözündeki sis perdesi. Artık görüşlerindeki ne o yavru kedi kalmıştır
o andan sonra ne de kendini dönüştürdüğü o koyun. Güvensizliğinin
cehaletindeki yok oluşun, tiksintinin verdiği isteksizlik ve hayatının üzerine
kurduğun hegemonyanın çöküşü serilir ayaklarının altına sadece.
20 Nisan 2016 Çarşamba
Beyin
Beynimi
çevreleyen, bir beyin daha vardı sanki. Sadece o konuşuyor, sadece o karar
veriyordu. İçtekinin gerçek beynim olma olasılığı kafamda olsa dahi, hiçbir
şeyi değiştiremezdim. Umursamazdı dışarıdaki onu, tüm kararları kendi verirdi.
Bir başka güç tarafından bastırılmış, yontulmuştu sanki kafam. Hayatta sürekli
seçimler yapmam lazımdı oysaki. Kaldıramıyordum bunu. Kendi isteklerimi
seçemeyeceksem, ne önemi vardı ki yaşamamın? Esir alınmış gibiydi hayatım,
tıpkı bir kukla gibi, oradan oraya gitmek zorundaydım. Oynuyorduk hayatı
sadece, geri dönüp izleyemeyeceğimiz kadar hızlı bir filmdi hayat.
19 Nisan 2016 Salı
Adalet
Gerekçeleri yoktu aslında. Suçlamamaları lazımdı insanların
birbirini. Suçlamaları lazımsa bir kişiyi, bu kişi kendileri olmalıydı. Kalkıp
sormamalıydılar, bir şeyi yanlış yaptıkları için kendilerini ne kadar suçlu
hissettiklerini. Çünkü bu, yaptırdıkları için kendilerini suçlu hissetmeleri
gerektiği halde dışarıda aramalarıydı cenebelerinin günahlarını. Bunun farkında
olmalıydılar. Tek dertleri içip içip kafayı bulmak, olmadık insanlarla olmadık
işlere bulaşmak olduğundan sevdikleriyle vakit geçirmenin ne kadar önemli
olduğunu unutmamalıydılar. Tüm meseleleri buydu bence insanlara kendilerini
anlatamamalarının. Bir kere baksalardı kendi iç dünyalarına, bir kere
görebilselerdi içlerindeki o kara deliklerin kendilerini kendi içlerine çekme
çabasını. Üzülmek yetmiyordu onların adına. Yaşamak gerekiyordu bunları. Dibine
kadar yaşamıştım oysaki. Yaşadığım halde tekrar tekrar yaşama duygusuydu canımı
acıtan, belki de haz veren. Hayatın bu olduğunu anlamak yıllarımı almasıyla
birlikte, binlerce bu olayı yaşamamı da sağlamıştı. Tekrar eden duyguların
döngüsünde boğulmak beni hiçten hiçe yok eden şey, üstelik bunun farkında
olurken. Sadece içmek, içmek istiyordu canım. Kimse yanımda yokken içeceğim bir
şey olsun istemek… Duygularım insan olmaktan çıkmış bir hayvan içgüdüsüyle
hareket etmeye dönüşmüştü sadece. Kabul ediyordum gerçi bunu. İnsanın bir
hayvan olduğunu kabul etmeyenler artık günümüzde hayvan gözüyle görülen
insanlardı zaten. Kendim dışında düşünmemek istiyordum başka insanları.
Sıkılıyordum artık muhabbetlerinden hatta kaçmaya çalışıyordum ortamlarından. Çıkar.
Sadece çıkar ilişkisi şu anki insanların kafasındaki. Benim sana yararım yoksa
siktir etme düşüncesini esirgeyememeleriydi kafalarından… İşte bu insanların
sorunu. İşte senin, işte benim sorunum. Buna yönelttiler belki de bizi.
Yaşamamamız için seçilen, sadece parası olan insanların dünyasının kurulmasının
temel ilkesidir belki de bu. İstemiyorum desen de kabul ettirdikleri –tek
adalet – şeklidir bu onlara göre.
Yok-oluş
Yazmak dışında hiçbir şey yoktu yanımda. Cansızdım. Yazmak
bile istemiyordum. Çıkardım bir tek sigaramdan, koydum ağzıma. Kibriti
ateşlerken öyle bir baktı ki suratıma, cehennem ateşinin ıstırabı yanında
palyaço kalır. Çektim bir fırt, düşüncelerimi durdurmaya çalıştım. Hayatla
ilgili olanları. Ardından bakınca tek bir düşünce bile kalmamıştı. Tüm
düşüncelerim hayatla ilgiliydi, hayat savaşıyla. Herkesin ki böyledir diye
düşündüm. Dönüp kendime bakacak mecalim yoktu, kendim dışındakileri
düşünmekten. Sanki onlar için yaşıyordum. Başkalarının dert çobanıydım sadece.
Şarabımdan bir yudum aldım, sövmeye başladım, kendim dahil her şeye. Kendimin
tanrısıydım o an. Boştum o zaman ben. Kendime bile çıkarım yoktu. Söndürdüm
sigaramı şarabımın sulu ateşinde, bırak kendini yaşam okyanusuna dedim. Nedir
senin derdin? Yok etmek istiyordum yaşamımı ama bununla kalmak değil de
kendimle birlikte götürecek canlar arayışı içindeydim kendimce. İnsanların otuz
yaşında başladığı gerilemeye ben yirmi yaşında başlamıştım. Dişlerimde
sayılamayacak kadar çürükler, vücudumda kaldıramayacak kadar ağrılarım vardı.
Doktora gitmek istemiyordum. Nasıl geldiysem öyle gideyim mantığında boğulan bir
insandım. Gözlerimdeki alevlerin sigaramı yeniden ateşlediğini görünce
ayaklandım uzandığım yataktan. Paketimden bir sigara daha çıkarıp yanan
izmaritimle ateşledim sigaramı. Her kim anlatıyorsa anlatsın, yok oluşu
anlatıyordur diye düşündüm içimden. Var oluşu anlatamazdı çünkü yok olan bir varlık…
Ucube Varlıklar!
Sevgili mi? Gereksiz
maddelerin oluşumunun karekökünden başka bir şey değil. Belki de bölü ikisidir
de neyse. Dost mu? Gereksiz maddelerin oluşumunun kareköküne değişebileceğin,
tek elementli bir maddedir. Sigara mı? Zifir, karbondioksit, nikotin ve benzer
maddelerden oluşup ateş ile yanmasını sağladığınız, fakat siz istemedikçe sizi
bırakmayan tek maddedir. Peki, sorarım size, hangisine daha çok bağımlısınız?
Bir dostumun ya da sevgilimin tek sözüne bakarak bırakacağım şu lanet sigaraya
mı, yoksa diğer ikisine mi? Ben sigaraya bağımlı değilim, beni sigaraya bağımlı
edenlere bağımlıyım aslında. Bir suç ortağı bulmuşuz milletçe, günah keçisi
ilan etmişiz onu ama aslında günahın tillahını yapan varlıkların varlığını
unutmuşuz. Alkol almak mı zararlıymış? Bok zararlı. Asıl bizi alkole muhtaç
bırakan düşünce yoksunu, varlıklarını evren bile kaldıramamış olan varlık
dediğimiz ucubeler zararlıdır bence. Hangi insan kalkıp da ‘Oha bana zarar
veren bir şey var ama ben bunu bedenimin içine sokup kendime zarar vermeye
devam edeceğim.’ demiştir dış etkenler olmadan? Var mıdır ki kendi bedenimizden,
kendi vücudumuzdan daha değerli olan bir şey? İçgüdülerim bunun olmadığını
söylese de duygularım bunun tam tersini söylemeye devam ediyor ki edecek de.
Tek bir kelimesini bizden eksik eden dostlar, ufacık bir sevgi cümlesini bizden
esirgeyen, yalnızlık tutsağına kapılmak istemeyen varlıklar… Sorarım size
bunlar mıdır bizim hayatımızı cennete çeviren, yoksa cehennemin en alt katını
gün geçtikçe bize daha çok yaşatanlar? Ne söylesem kâfi… Yakalım bir sigara da
sikilmekten sonra ki zevki yaşayalım bari!
Cennet Meyvesi
Fazla kalabalık olurdu hep etraf. Soyutlamayı bilirdim ama
ben kendimi. Varları yok ederdim kafamda. Tek sıkıntısı sesler olurdu, onları
yok etmek biraz uğraş gerektiriyor. Çığlıkların sessizliğini arar bulurdum
nitekim. İpleri koparmak mı dersiniz buna yoksa ipleri eline almak mı bilemem.
Benim için her ikisi de doğru olurdu o anda. Onları yok ettikçe kendimi de yok
ediyormuşum gibi hissederken, kendime en yakın olduğum anların da o anlar
olduğunun farkındalığında dolaşıp dururdum hep. Uykuda gibi ama değil, yanan ateşin o en
altındaki mavilik olurdum; her şeye en yakın ama her şeyden uzak. Düştüğümde
biri kucaklasın isterdim hep ama her zaman yerin en dibine çakılmaktan başka
bir olasılık bulamazdım. Tutunacak bir dal arayıp bulamamanın yorgunluğunun
hissi ya da bulduğum tüm dalları ateşimle küle çevirmenin verdiği bıkkınlık; yarın
olmayacak cennetin bugünkü meyvesine çevirdi beni.
13 Nisan 2016 Çarşamba
Sigara
Mecburiyetten bırakılmış sigaralar, böyle daha mutlu
olduğuna içten içe kendini inandırmacalar… Yokluktaydım, yokluğun
boşluğundaydım. Yalanlarda boğulmuş ve bu yalanlardan kurtulmak için daha çok
yalana batmış, hayatın yalanını yalanla yaşamaya başlamıştım. Yalan söylemek
zekâ işiydi gerçi, olmayan bir şeye inandırman, üstelik buna senin de inanman
gerekirdi. İnanmadığın bir yalanı sürdüremezdin. Bundan sonra yapılacakların ne
olacağını bilmediğim için, hiçbir şey yapmamaya başlamıştım. Artık yalanların
akışına bırakmıştım hayatımı. Zaten bir kere yalan söyledin mi, o yalanı
sürdürmek için bin beş yüz tane yalanın ardını arkasını kesemiyordun. Dünyanın
en güzel çiçeğine konmuş bir arı gibiydim ama çiçekten tek bir polen alacak
gücüm kalmamış gibiydi. Bunu başarsam bile bir yuvaya mensup değilmişim gibi
hissediyordum. Bir yuvam olduğunu varsaysam bile oraya gidecek mecal yoktu
bende. Ben yoktum sanki. Bir gün mutlu olacağım bir şey olsa ardından yirmi
tane olumsuz şey ortaya çıkıyordu. Bunlar gerçekten oluyor muydu yoksa sadece
benim kafamda ürettiklerim miydi çözemeyecek haldeydim. Olumsuzluklarımı kendim
yaratıp dururdum. Olumlu bir şeyin en olumsuz tarafını gün yüzüne çıkarmadan
rahat etmezdi içim. Nasıl bir paradoksa kapıldığımı çözemiyordum sadece. Benim
için engellenemez tek şeydi belki de bu. İnsan olarak sadece bir gün yaşasak
kelebekler gibi, gezinsek sadece oradan oraya… İntihar sağlardı belki bu
söylediğimi de, var mıydı ben de o cüret, o cesaret. İntihar cesaret gerektiren
aciz bir davranıştı benim için ama bir anda olmasa da, bir sigara yakardım
kısaltırdım ömrümü ya da içerdim bir duble kısaltırdım ömrümü, sarardım bir
cigara kısaltırdım ömrümü…
Gölge'den Kaçış
Işığın
karanlığında boğuluyordum. Her yeri aydınlatan ışık bir tek beni
aydınlatmıyordu sanki. Düşündükçe kararıyor, aydınlığı gördükçe çekiliyordum
karanlığa, karanlığıma. Her yeri görürken bir tek kendimi göremiyordum. Tüm
insanlığı aydınlığa ulaştıracak güce sahip gibiyken, bir tek bana yetmiyordu bu
güç. Karanlığımı yaratan engelleri yok etmeye çalışsam da her seferinde daha da
büyüyüp kafama düşüyordu, altında eziliyordum, sadece bir gölge oluyordum
artık. İşin başından beri bir gölge olduğumu kabul etmek istemiyordum açıkçası.
Başka bir hayatın figüranı olmayı kendime yediremiyordum belki de. Birileri
yaşasın diye yaşıyor olma hissi, başkaları yükselsin diye alçalma hissi…
Hayatın diğer isimlerinden biri, haksızlığı sunma biçimiydi sanırım.
Durdurulamaz olan bu hayatın sunumlarıyla boğulmuştum. İstemeden dünyaya gelmek
ve istemeden ölmek gibi, bu iki isteksizlik arasında süregelen binlerce
istemsizliklerden sadece bir tanesiydi bu söylediğim isim.
Kaçmak istiyordum
sadece. Kaçtığım şeyin ne olduğu önemli değildi bu noktada. Çünkü kaçılacak bir
şeyin var olduğunu düşünme hissi kaçırıyordu aslında beni. Gittiğim yerden
kaçmaya çalışıyordum. Olacağım şeyden kaçmaya çalışıyordum. Üstüne koştuğum
şeyden kaçıyordum açıkçası. Bir arının öleceğini bile bile, tehdit altında
hissettiği an karşısındakine zarar verme isteği gibiydi, ama bende olmayan tek
şey zarar verme hissiyatında olmayışımdı (Kendimden başkasına en azından).
Hayatın verdiği sorumluluğa doğru kaçıyordum. Ölüme doğru bir kaçıştı bendeki.
Somut bir ölüm olmasa da, kişiliğimin ölümüne doğru bir kaçış, bir direniş
göstergesi. Karanlığıma doğru kaçıyordum. Aydınlığını hiçbir zaman
yaşayamadığım karanlığıma. Başkasının gölgesinde yuvarlanıştı benim kaçışım. Ne
kadar kaçarsam kaçayım sonunun aydınlığa çıkamayacağı bir kaçış. Arkama
duvarlar çekiyordum en azından tuğlalardan, ki böylece arkamdan kimsenin bu
yola girmeyeceği hissi rahatlatsın diye içimi. Ördüğüm tuğlalar kadar duvarlar
yıkıyordum kaçarken, diğer koşanlarında bu karanlıktan çıkmak için binlerce
duvarı yıkacağının farkındalığıyla. Son duvarı yıkıp sonsuz karanlığın içinde
olduğumu anladığımda, ölmüş ve bir karanlığın daha içine girmiş olacağımın
farkına varamadan…
25 Ocak 2016 Pazartesi
KARDEŞ !
Her gün gördüğün bir insana ne anlatabilirdin ki? Hiçbir
şey. Üzülüyordum bu duruma, dinlediğim konuşmaların benimle yapılması
gerektiğini düşünüyordum. Bencildim belki. 15 yıldır tanışıyorsun, 2 yıldır
tanıştığın insana anlattığın şeyler benim bildiklerimden fazlaysa eğer,
bencildim ben. Dinliyordum oysa ki onları. Haberleri yoktu. Benden bile
bahsettiler. Zoruma gitti. Oysa ki benle konuştuğunda kimseden bahsetmezdi.
Genelde konuşmazdık zaten. Konuşsak bile benim açtığım bir konudan bahsederdik.
Pek konu açmayı sevmem. Ne haber, iyiyim… Budur benim sunuşum. Yine de çok
konuşmayı denerdim yanında, tanıyordum çünkü onu. Onun da beni tanımasını
isterdim. Benim kadar konuşsun benimle, bir şeyler paylaşsın isterdim. Neyse ki
artık istemediğinin farkındayım. Bunun karşılığında ben de ona bir şey sunmama
taraftarı olmaya başladım. Pes edişti bu. Fırçamda ki son boyaları kullanmıştım
onun için, o ise gelip bir parça boya hediye etmemişti bana. Yine de teşekkür
ederim. İlgili gibiydi, ama ilgili değildi. Rol yaptığının farkına vardığım
zaman anladım her şeyi, pes ettim artık, son fırça darbelerimi bile vurmadım
ona.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)