20 Aralık 2016 Salı

İçimizde Var Olanlar

Gölgesini gördüğüm, sesini yanımdaymış gibi hissettiğim soyut varlığın somutluğunu ilan etmesinin ramak kaldığı noktadayım. Hareketlerimi hareketleriyle taklit ettiği fakat bazı düşüncelerimin tam zıttını temsil eden varlık sanki hayatımı ele geçirmeye çalışan, arkamdaymış hissiyatı verip arkamı döndüğümde yok olan bir gölge misali kapımın zilini çalıp duruyor. Kapının ardından gelen ulumalarının her biri bir cümle edasında kulaklarımda çınlıyor. Bazen öyle ithamlarda bulunuyor ki kendi benliğimden çıkıp kapının ardındaki soyutluk oluveriyorum. İşte o anda içimdekinin içinde olduğum hissi sadece huzur veriyor. Sanki yapmak istediklerimi an içinde yapmaya hazır bir formasyona bürünüyorum ya da bürünen kişi ben değilim bilmiyorum fakat bunun tam tersinin olmama ihtimali olma ihtimaliyle eşit durumda değil midir? Taştığım boşluğumdan, boşluğumun ardına doğru ettiğim seyahat, damarlarımın içine dolan saf bir bebeğin kanının tüm vücuduma, hatta beynimin kılcal damarlarına kadar olan yolculuğun her bir zerresini yok oluşla var oluşun sırrının doruk noktasındaymışım gibi verdiği hissiyatın çaresizliğinde bir yandan yücelip bir yandan boğulurcasına derinlemesine bir acı ve haz hissederken, bunu yaşayanın ben mi yoksa var olmaya çalışıp da var olmayan içimdeki ben mi olduğunun sorusunu cevaplayamamak yakıyor canımı en çok. Sanki içimdeki, farklı bir insanın düşüncelerini yansıtıyor ve yeniden var olma çabası içerisine giriyormuş gibi. Ya o benim ya da ben hiç var olmadım sadece birilerinin kalıntılarını yaşatıyorum içimde. Her insan kendini anlatma ve anlama çabasına girişir, peki ya aslında hepimiz kendi içimizde farklı insanları barındırıyor ve onların hayatını yaşıyorsak, sonuç, biz aslında kendimiz değil bir başkası olarak yaşıyoruza çıkıyor gibi. Hatta belki de bir başkası değil bir başkaları bile olabilir... Deneyimlerimizle kendimizi var etme çabasına girdiğimiz anda -ki bu doğduğumuz andan itibaren böyledir- düşüncesel olarak kendimizi birçok insanın belirlediği kalıpların arasında buluyoruz ve çoğu insanların deneyimlerine dayanarak kendi deneyimlerimizi şekillendiriyoruz. Tarihsel açıdan baktığımızda geçmişte yaşamış insanların düşüncelerine gerek kitaplardan gerekse çağımızda artık internet üzerinden kolayca ulaşarak, mantıklı olanları kendimiz için seçip şekillendiriyoruz. Kendimizi buluyoruz belki de fakat burada sorduğum soru, kendimizi mi buluyoruz yoksa içimize başka insanları mı yerleştiriyoruz? Kendi kendime bir konu hakkında bir düşünceye sahibim dediğim anda o kişi ben mi oluyorum yoksa o düşüncenin temellerinin şekillenmesindeki insan ya da insanlar mı bunu anlayamıyorum. Burada şu söylem ortaya çıkıyor sanırım; diğerleri var olmadan biz de var olamayız. Aslında bizi var eden şey daha önce yaşamış olan insanların içimize işlemeleri mi? Bir süre sonra bu insanların gölgesini değil de direk kendilerini görme düşüncesi korkutuyor açıkçası beni. İnsan bilmediği şeyden korkarmış. belki de bu korkulacak değil de tam tersi daha da fazlasını görmek ve işitmek isteyeceğim bir şeydir bilemiyorum. Belki de şizofren diye tabir ettiğimiz insanlar düşüncelerini görebildikleri için normal insanlardan üstün yaratıklardır. Fakat bunu becerebilen varlıkların azlığı sonucunda, normal insan olarak tabir ettiğimiz insanlar tarafından dayatılan bir kutu antipsikotik ilacın kullanımından sonra tekrar eskiye döndürülmeleri onların düşüncelerini somut olarak gördüklerini ve görebildiklerini değiştirmez sanırım.

19 Ekim 2016 Çarşamba

Kişiler ve Kişilikler

Belki de benim yanımdayken yeni bir sen yarattığın için bu kadar çok hoşuna gitmişimdir. İnsan kendine yeni bir kişilik yaratıp yeni bir role girmeyi başarabildiğini görünce bir hoş olur tabi. Ya da belki de eski kişiliklerinden sıkılıp yeni maceralara yelken açma isteğidir bu. Düşünceleri ve kişiliği sürekli değişen çok kişili yaratıklar olduğumuz doğrudur bence. Fakat yaşanan bu hoşnutluk bir süre için insanı kendinde tutmayı başarsa bile, biraz zaman sonra, o yeni kişiliği de hayatının bir parçası olduğunda, yine her şey sarpa sarmaktan başka bir hale geçmiyor malesef. Bu sefer de kendini tekrar yeni bir sen arama yolunda, kendini hırpalarken buluyorsun. Bu öyle zorlu bir yol oluyor ki ruhunda açtığı yaralar canını acıtmaya başlıyor bir süre sonra. Fiziki bir acı değil bahsettiğim, içten gelen, görülmese de hissedilen bir acı. Tabi etkilerini çevrendeki insanlar o kadar çok görüyor ki, onları ezmeden yeni bir düzlüğe çıkamıyorsun bu yolda. Eklenen her bir kişiliğin ardında bıraktığı; sevdiğin bir insanın leş kırıntılarından başka bir şey olmuyor. Kendine geldiğinde sen bu kırıntıları toplamayı başarsan bile tekrar can vermeye yetecek gücün kalmadığı için onlar da hayatın başka bir olasılığına doğru uçup gidiyorlar.

Kafanda kendini birçok kişi olarak yaratıp, birçok olasılığın içinden geçip; birçok sonuca varabiliyorsun. Amacı yemek yemek olan bir varlığın vücudunun yerine beynini geliştirip geldiği noktaya bakar mısın? Belki de bu kadar gelişmemeliydik gerçekten de. Bu kadar çok düşünmenin bana verdiği tek şey acıdan ibaret. Hatta biz insanlar artık acılarımızı göz önünde tutuyoruz. Birileri öldüğü zaman mezarlık diye yarattığımız yerlere gömüyoruz onları ve sonrasında arada bir yanlarına gidip acılarımızı yeniden tazeliyoruz. Birini seviyoruz ardından ya ölüyor ya bırakıyor ya da sen bırakıyorsun ya da bırakmak zorunda hissediyorsun ve sonra bir başkasını sevip aynı şeyleri yaşayarak acılarını yeniden tazeliyorsun. Hayat bir yuvarlaktan ibaret artık insan için. Bir kısır döngünün içinde hapsolmuşuz. Bu sadece acı için değil hissedebildiğimiz tüm duygular için geçerli bir tanımdır bence. Gerçekten düşünmek yerine yemek yemeyi ve ardından sadece ölmeyi bekleyebilirdim...

16 Ekim 2016 Pazar

Lanetli Sistemin Lanet Dünyası

Öğrendiğim o kadar çok zevk var ki artık anın tadını çıkaramama tribinden çıkamayacak haldeyim. Neden en zevkli olanı ben yapamıyorum? Ya da bunun için neden çırpınmaya, didinmeye ve çalışmaya gerek var ki? Madem ki sadece yemek yiyerek ve su içerek yaşayabiliyoruz; o zaman neden zevk alabildiğimiz, bizi yemek yemeye ve su içmeye teşvik eden şeyler bir fiyat aralığına sığdırılabiliyor. Kapitalizm pastası dediğiniz ve eşit dilimlere ayırdığınızı iddaa ettiğiniz o pastanın nasıl oluyor da küçük dilimleri bize gelip büyük dilimleri sizin elinizde kalabiliyor? Tabi ki pastanın sahibi sizlersiniz değil mi? İyi de pastayı sizin için yapan kişiler biziz. Dünyada seyahat etmeye para alınmasaydı, hatta az önce söylediğim gibi yemek ve su dışında başka hiçbir şeyi para vererek almıyor olsaydık, hayat daha kolay ve zevk verici olmaz mıydı? İşte o zaman intihar edenleri sayısı azalırdı. Delirenlerin sayısı, açlıktan ölenlerin sayısı, hatta uyuşturucu kullananların sayısı bile azalırdı. Çünkü zaten uyuşturucu kullanıp hayalini kurdukları dünyada yaşıyor olurlardı. Bunun olmamasının nedeni dünyadaki insanları yaşatan maddelerin bir anlık tükenimi olacağı ve bunun sonucunda dünyadaki yaşamın bitmiş olacağı için olurdu. Fakat şu anda söylediğim şey gereğinden fazla yiyenlerin, gereğinden az yiyenlere bir yardımı dokunacağıdır. Gereğinden fazla yaşayanların, gereğinden az yaşayanlara dokunacağı yardım... Uydurmuşuz bir sistem, (uydurmuşlar desem daha doğru olur) arada kaynayanları ne gören var ne duyan. Gerçekleri yüz önüne çıkarmak isteyenlerin kelleleri koltuk altı edilirken, gerçekleri göremeyenlerin kellesi de koltuk altında bir oraya bir buraya sallanıp dönerek dönen bir dünyadan başka bir olay göremiyorum ben.

10 Ekim 2016 Pazartesi

Teknoloji Dönemi Mağdurları

İnsanlar mı çok konuşuyor, yoksa bana mı konuştukları şeyler fazla geliyor karar veremiyorum. Bir mekanın bir masasına geçip oturduğum zaman, yan masaya gelip oturan iki üç yada beş on kişinin konuştuğu muhabbetlere kulak misafiri oluyorum. Hepsi teknolojiye odaklanmış sadece. Teknoloji ve günümüz toplumunun bizi getirdiği noktaların birinden bahsediyorlar. Bahsediyorlar da bahsettikleri zaman sadece onun varlığından haberdarlarmış gibi. Bizi getirdiği noktayı göremiyorlar. Ya kör olmuşlar ya da o bahsettikleri konuda hapsolup kalmışlar. Bilimin bizi getirdiği nokta teknolojinin sağladığı sosyal medya platformu olamaz. İnsanlar bundan habersiz bir şekilde, teknoloji gelişmeden önceki insanlardan daha geride bir pozisyonda ilerliyorlar -tabi ilerliyorlarsa eğer. Teknolojiyi sadece haberleşme ve kendilerini gösterme yönünde kullananlara benim laflarım. Ha konuyu değiştiriyormuş gibi olmadan bir şey daha eklemek istiyorum bunlara; dedikodu. İnsanların hatta insanlığın kuruluşundan bu yana yaşamını devam ettirebilmiş olan dedikodu eylemi. İletişim kurmayı öğrendiğimizden bu yana dedikodu denen soyutluğu başımızdan atamamışız, hatta belki de iletişim denen soyutluğu oluşturan olguya dedikodu diyebiliriz bile. Başka bir insan hakkında konuşmadan karşınızdaki insanla iletişim kurabilmenizin ihtimali sıfır diye düşünüyorum. Bu kişi kendimiz ya da karşımızdaki olabilir ama hiçbir zaman insan dışı ya da bir insanın söylediği bir şeyin dışında bahsettiğimiz bir konu bulamıyoruz. Belki de bu sadece benim yaşadığım yüz yılın içerisinde geçerlidir. Eğer ki öyleyse çok boktan bir yüz yılın içinde doğduğumu belirtmeliyim. Çünkü hiç kimse şu anda var olmayan ama var olabilitesi olan bir şey hakkında konuşmuyorlar. Eminim ki önceden insanlar var olmayan ama bulunabilitesi olan şeyler hakkında konuşuyorlardı ki şu an bu kadar çok ileri gidebilmişiz. Teknoloji konusundan bahsediyorum. Yani en azından diğer yüz yıllar, rönesans dönemi, sanayi dönemi vs. gibi dönemler olduğu için benim dönemim de teknoloji dönemidir diye bir çıkarım yapmam yanlış olmaz sanırım. Ama ki öyle bir ama var ki bu dönemde diğer dönemlerdeki gibi düşünme yeteneği bir bilgisayarın, bir yapay zekanın ta kendine bırakılmış olması. Bu yaratılan yapay zekanın bir insan elinden üretilmiş olma gerçeği hiçbir zaman değişmiyor benim için fakat sorun şurda ortaya çıkıyor; bunu üreten kişinin yaşı en azından 30-40 yaşlarında olsa bunu kullanan insanların yaşının hatta bunu bilinçsiz kullanan bir insanın yaşının 10-13 yaş aralığından başlaması bence mantıksızlığın ta kendisidir. Bu tür bir şeyi kullanacaksan ya da böyle bir süreçten ileri gidebileceksen bu şeyi var eden, üreten insanın yaşına geldikten sonra kullanmamız benim için en mantıklısı olur. Yaşından kastettiğim şey onun olgunluğudur tabiki. 40 yaşında bir insanın çözdüğü, bulduğu bir şeyi 10 yaşında algılayıp anlayabiliyorsak, bu; ne mutlu bu kadar gelişmemizedir. Anlatmak istediğim şey var olan bir şeyi anlamanın, üretilme amacının ne olduğunu anlamanın olgunluğuna ulaştığımızda o şeyi kullanmamız gerektiğidir.

6 Ekim 2016 Perşembe

Aslında Hepimiz Robotuz

İnsanlar birbirlerine duygusal anlamdaki çöküşlerini hiçbir zaman anlatma eğilimi göstermezler. Tabi ki bu gerçek anlamda bir çöküş ise. Bunun nedeni karşıdaki insanla oluşacak olan yeni bir duygusal bağlılığın korkusudur. Bu oluşan bağdan sonra karşısındaki insanın daha önceki insanın yaptığı gibi onu terkedip gideceğini düşünme korkusudur. Bu çöküşler tam anlamıyla bu gidişatta birkaç kez tekrarlandığında insan artık duygularından arınıp mekanik bir vaziyetin içine girmiş oluyorlar. Hatta bundan ziyade kendileri duygularından arınmış, duygusuzlaşmış bir mekanik oluveriyorlar. Bu saatten sonra ne sevebilme yeteneklerini ne de başka bir insana güvenebilme yeteneklerini kullanmaktan mahrum kalıyorlar. Artık oynadıkları rolün farkına vardıkları ve yeni bir role girmek sıkıcı ve itici geldiği için arka plana atılmış bir filmin oyuncusu gibi kendi hayatlarını sessiz ve sakin bir şekilde, geriden ve filmden çıkmış bir oyuncu olarak izlemeye devam ediyorlar. Bu henüz onların kendilerini kaybetmelerinin başlangıcıdır. Fakat bunun farkında olmadıkları için bir şey yapma eğilimi göstermezler; bu süreyi geçtikten sonra yapabilecekleri hiçbir şey olmayacağının farkındasızlığıyla. Bu bahsettiğim şey hayatın tüm alanlarına farklı biçimlerde hakim olduğundan, insan artık kendi kişiliğinin unutkanlığıyla baş başa kalmaktan kendini alıkoyamıyor. Artık kendini tanımaz bir biçime giren insan, kendini bir çok biçemde görmeye başlıyor ama bir an geldiğinde aslında o biçemlerin hiçbirinin kendi olmadığını anladığında; kendini, kendini bulamayacak bir boşluğun ortasında buluveriyor. Sürekli ve her ortamda farklılık gösteren kişiliğinin içinde kaybolmaya mahkum ediliyor. Bunu ne kabul edebiliyor ne de inkar edebiliyor; işte en zor durumda bu olsa gerek... Kabul etse bu toplumda kendini, "Ben bir deliyim." diye bağırmaktan daha kötü bir duruma gireceğinin farkında olacaktır; kabul etmese, "Bana ne oluyor, aslında ben kimim?" sorusuyla karşı karşıya kalacaktır. Sizce hangisi daha zordur? Bence ilk cevabı vermek yaşadığımız bu toplumda daha mantıklı bir hareketmiş gibi gözüküyor. Çünkü Sokrates'in bile ikinci soruyu cevaplayamadığını bildiğimiz bir dünyada ikinci cevabı vermek, diğer insanların zaten sizi deli kategorisine koymaya yeteceğinin kanıtıdır diye düşünüyorum.

4 Ekim 2016 Salı

Soyu Tükenen Canlılar Üzerine

    Soyu tükenen canlı türleri dediğimizde çoğu insanın aklına ilk gelenler, sadece mamutlar ve dinozorlar oluyor. Fakat bunların dışında dünyada nesli tükenmiş ya da bana göre –dinozorlar dışında– insanların katlettiği birçok canlı türü bulunuyordu.
    Bugün yoldan geçen insanlara, bundan sadece 1000 yıl önce dünyamızda boynu bir zürafa boynundan daha uzun, cüssesi bir fil kadar –belki de daha da büyük– bir kuş yaşadığını ve insanların bu kuşu katlettiğini söylesem, kayıtsızca suratıma baktıktan sonra geçip gideceklerinden eminim. Fil kuşu olarak bilinen bu kuşlar, insanlar Madagaskar adasına ayak basmadan önce, uzun ve huzurlu bir yaşam sürerlerken, insanlar adaya gittikten bir süre sonra ortadan kayboluyorlar, ne tesadüftür.
    Aynı durum birçok yerde ve birçok canlı türünde de devamlılık göstermiştir. Örneğin insanlar Avustralya’ya ilk adım attığında ekosistemi neredeyse baştan aşağı değiştirdiler. Burada yaşayan, diprotodon olarak bilinen dünyanın en büyük keselisi, insanların Avustralya’ya adım atması sonucu ortadan kayboldular. Bu ortadan kaybolmaların arkasında iklim değişikliği olduğunu iddia eden birçok kişi vardır. Fakat yaklaşık 1,5 milyon yıldır yaşamlarını sürdüren, yani tüm buzul çağını atlatan bu canlı türünün 46 bin yıl önce ortadan kaybolmasında iklimin nasıl bir etkisi olabilir ki? Bu insanları haklı çıkarmak için bir bahane olabilirdi belki ama diprotodonla birlikte Avustralya’da yaşayan dev kanguruların, dev koalaların, keseli aslanların da ortadan kaybolması bunun bir rastlantı olmadığını gösteriyor.
    Benzer şekilde, Yeni Zelanda’ya 800 yıl önce ilk kez gitmiş olan insanlar orada yaşamaya başladıktan birkaç yüz yıl sonra, fil kuşu benzeri bir kuş olan mao ile birlikte orada yaşayan birçok canlı türü yok olmuştur. Üstelik 45 bin yıl önceki iklim değişikliğini sorunsuz bir şekilde geçirmelerine rağmen. Tabi ki ilk aklınıza gelen mamutlar da insanlardan nasiplerini almışlardır. Milyonlarca yıl yaşamlarını sürdürebilmiş bu canlıların, insanların Avrasya’ya, ardından da Kuzey Amerika’ya yayıldıkça sayıları yavaş yavaş azalarak 4 bin yıl önce ortadan tamamen kayboldular. Kuzey Amerika’da 30 milyon yıl boyunca yaşamış olan kılıç dişli kediler aynı dönemde ortadan kayboldular. Bunlarla birlikte mamutların üzerlerinde yaşayan kene ve parazit tarzı canlılar, birçok memeli ve dev sürüngenler de yok oldular.

    Dünya ekosistemindeki en ölümcül canlı olmak ne güzel özellik(!) Belki de birçok insanın bu canlıların nesillerinin nasıl tükendiğinden haberi olsaydı, hala hayatta olanların ölmemesi için daha tedbirli olurduk. Şu an için sadece karadaki canlıların yok oluşunda bir payımız var. Fakat sanayi kirliliğiyle birlikte denizde yaşayan birçok memeli, memesiz canlının nesillerini tehlikeye atıyoruz. Balinaların da mamutlar gibi ortadan yok olma riski oldukça yüksek görünüyor. Sanırım ve ne yazık ki yakın zamanda dünya üzerinde ineklerden, tavuklardan ve insanlardan başka canlı türü kalmayacak...

1 Ekim 2016 Cumartesi

Padişahın Soytarısı

   Başka insanların düşündüklerini düşünerek kendi düşündüklerimizi arka plana attığımız zamanlar... ne kadar saçma zamanlardır. Kendi kişiliğimizde, kendi düşüncelerimizi yargılayıp verdiğimiz kararlara karşı onların düşünüp söylediği şeyler ne kadar anlamlı olabilir ki? Ben zaten kendim için en doğru kararı vermişsem, başka bir insan gelip bunu değiştirmeye kalktığı zaman buna karşı çıkmam benim için en olumlu şeydir diye düşünüyorum. Buradaki tek sorunsal bunu söyleyen insanın egemenliği altındaysan ortaya çıkıyor. İşte o zaman, ''Siktir git bu benim kendim için verdiğim bir karar.'' diyemiyorsun. Bu karara karşı çıkan güvendiğin biriyse; üstüne bir de üzülmek düşüyor sana sadece. Üzülüyorsun ama üzüldüğün halde bir bildiği olduğundan sana bunları söylediğini düşündürüyor sana ya da sen o kadar iyi niyetlisin ki böyle düşünmek istiyorsun. Halbuki seni bu duruma yani bu düşüncelerin temelini yaratmaya iten kişi de ta kendisi olmasına rağmen...


   Hayatın koşuşturmacası içerisinde bir kalıba sığdırılmak üzerine yetiştirilmiş bizler, bir kalıba sığamayınca ya da sığmak istemeyince neden bu kadar sorun ortaya çıkıyor? Ben kendim olmak istedikçe neden insanlar beni kendileri olmaya ya da kendi istedikleri kalıba girmeme beni zorluyorlar? Bir insanın karşısında dururken ya da muhabbetin tam ortasındayken ona duymak istemediği bir şey söylediğimde bana karşı alacağı tavrı adım gibi biliyorum. Sert, kaba ve olumsuz yönlerde birçok yorumların ardını arkasını kesmeyecektir mutlaka. Duymak istediklerini söylemedikçe insanların hal ve hareketleri emirlerine uymayan bir askere generalinin ya da komutanının verdiği tepkilerle eşdeğer olmak zorunda mı? Bir insanla anlaşabilmek için bukalemun taklidi yapmak zorunda gibi hissediyorum ben kendimi açıkçası. Rolden role giriyorum. Karşımdaki insanın beni sevmesini sağlamak zorundaymışım gibi hissederek ona bir soytarının padişahına yaptığı muameleyi yapıyorum. Hayat sürekli böyle sürüp gidiyor, mutlaka benden senden ya da ondan daha yüksek rütbede bir kişinin karşımıza çıkıp ona soytarılık, sirk cambazlığı yaptığımız bir dönemden geçip gidiyor. Biz ise; sahne ardı elemanı gibi o soytarının padişahına yaptığı muameleyi izleyerek ömrümüzü tüketip hiçbir şey olmamış gibi göçüp gidiyoruz bu diyardan. 

27 Eylül 2016 Salı

baş(şşşşşşşş)lıksız

Uzun zamandır yazmıyordum doğru düzgün; şöyle biramı açıp, rahat rahat oturup tuşlara basarken yazmanın verdiği o uyuşturucu kafasını yaşayarak. Daha doğrusu yazamıyordum sanırım. Çünkü rahatlık denen varoluş hayatımda var olmamaya başlamıştı artık. Yaş olmuş yirmi iki, okulun bir boşluk olduğunu anlayıp okulu bırakmışsın, artık kafanı yoran şeyin seni hayatta tutmaya yarayan parayı kazanmak olduğunun tek çıkar yol olduğu bir döneme girmişsin. Kendime söylüyorum tabi ki bunları. Eskiden olsa avla bir mamut ye, kafan rahat kalsın. Tabi avlayacak mamut bırakmadığımız için şu koca dünyada kapitalizm denen uydurmayı yaratmışız kendi beyin gücümüzle. Kendi çabalarımızla üretebildiğimiz besin kaynaklarını üretmeye devam ederken yok olanları tınlamayarak para karşılığı ürettiklerimizi üretenlere satarak dönen bir dünya yaratmışız. Harbiden hayret ederim, bir türün ortaya çıkması zorlu dönemlerden geçerken neden başka bir türün o türü yok etmesi bu kadar kolay olabiliyor? Ya da o türü yok eden tür o türden daha mı çok yaşamayı hak ediyor? Bence ölümlerle varlığını sürdüren bu dünyada; zalimlik, gaddarlık, kötülük dışında bir egemenlik varlığını sürdüremez. Her yazın kötülüğün temellerine dayanıyor dersiniz belki ama ben iyi olduğu halde kötülüğü savunan bir insan olarak tanımlıyorum kendimi ya da dünyanın işleyişini açık bir gözle görebiliyorum ama sesimi çıkaramıyorum diyeyim. Her neyse artık insanlık adına düşünmemeyi yeğliyorum kendimce çünkü artık kendi tanımımı kendimce değiştirmeye karar verdim. E bunu yapmak için de kendimi değiştirmem gerekiyordu. Ben de artık o kötü olduğu halde iyi görünenlerin tarafında olmaya karar verdim. Biraz bencilce bir davranış belki ama bu dünyadaki tüm insanlar bunu hak ediyor. Çünkü iyiyim diyen de kötü oluyor, kötüyüm diyenler zaten kötülükte master yapmış ama iyilikte master yapanına pek rastladığım söylenemez. Bu yazıyı birazcık yarım kesiyorum iyi geceler birazcık düşünün...

18 Eylül 2016 Pazar

...

Uykusuzluk... Uyumak isteyip de uyuyamamak ya da bunun olacağını bildiğin halde her şeye rağmen her şeyi göze almak. Parmaklarının işlevlerini tam anlamıyla yerine getirememesi ve hissiyatsızlık. Aniden hızlanıp aniden yavaşlayan kalp atışları. İçine çektiğin her dumanda büyüdüğünü hissettiğin et parçaları. Hareket etmekten kendini alamayıp en sonunda güçsüz ve takatsiz düştüğün durumlar. Hoşuna gidiyormuş gibi gelen ama birden bire aslında bok gibi hissettiğin bir durum. Söylemek istediğin ama söylediğin an büyüsünün bozulacağını bildiğin durumlar. Yarı yarıya kumarının oynandığı hayat yarışının içinde hapsolmuşluk hissi. Buna rağmen hiçbir şey söylemesen bile iki seçenekten birini seçmiş olma durumun. Seçim yapmadan seçilmiş bir kumar oyununun sonuçlarına katlanmak zorunda kalmak. Elinde son bir kozunun bile olmayışı. Gerçek olmasa da hissedebildiğin ve beyninin en uç noktalarını bile kemiren gerçek dışı konularla kendini kandırmacalar. Çevreni öyle sarmışlar ki hareket edecek, tek bir adım atacak yerinin kalmadığını hissetmek. Artık seni bir seçim yapmaya zorlayan oyunun bir parçası. Yüksek bir yerden atlama seçeneği... Zorluklara sırtını dönüp tüm işlevini sonsuza kadar yok etme seçeneği... Pillerini kendi ellerinle söküp çöpe atma isteği... Açlık... ama yemek yiyememek ya da bunun olacağını bildiğin halde her şeye rağmen her şeyi göze almak. Gözlerinin ne tam açık kalabilmesini ne de tam kapalı fonksiyonda durabilmesini sağlayamamak. Algıların bir süre sonra kapanmak isteyip kapanamaması. Vücudunun kontrolünün elinden alınması. Boktan durumların algoritmasıdır bunlar. Tüm güzel şeylerin ardında bıraktığı kötülüklerin sonuçlarında; yaşamak isteyip de yaşayamamak...

3 Eylül 2016 Cumartesi

Güvensizlik

Güvensizlikle doluydu vücudumun her bir hücresi. Öyle bir güvensizlik ki bu, sadece beni değil tüm insanlığı sardığına yemin edebilirim. Buydu bence nedeni eve gelen misafirin kapıya kadar geçirilmesinin ya da evden çıktığınızda yabancı bir insanın evde bulunmasını istememenizin. Çünkü kötülük anında ele geçiriverirdi insanın beynini. Düşkündük kötü diye tabir ettiğimiz her şeyi yapmaya. Bir junky’e çevirirdi kötülük insanları. Önce bir kere yaparsınız, baktınız kimse çakmıyor zaten, bir daha yaparsınız. İçten içe yapardık ama bu kötülükleri, kimsenin işitmesine izin vermezdik. Biri bunu fark ettiği ya da gördüğü zaman direk ifşa etmeye kalkışırdı çünkü sizi. Bunun nedeni de kendi iç kötülüğünü dış dünyaya iyiymiş gibi gösterme çabasıydı onun. Kendini aklama çabasıydı. Kötülüğünü örtbas etme çabası… Başka birini kötü gösterdiği her an kendi kötülüğünden bir şey eksilecekmiş gibi hisseder insan. Bu lanet kaderimize yazılan bir aşağılanmadan ibaret değil de nedir ki? Belki de bir lütuftur bu kim bilebilir? Yaradılışımızdaki amacın ne olduğunu bilmeden içimizde yaşadığımız şeylerin yanlış ve kötü olduğunu kim söyleyebilir? Belki de kötülüğü göz göre göre yapmamız için birinin çıkıp bizim iyiliksever yaratıklar olduğumuzu söylemesini beklemişizdir. Ne bir şey paylaşmaya gönlümüz vardır ne de bizim olanı insanların kullanmasını görmemize. Hani kendi paranızla satın aldığınız bir şeye başka bir insan gelip dokunur ya, hah, işte demek istediğim hissettiğiniz o saçma sapan hislerinizin gerçek olmadığını kim söyleyebilir? Paylaşmamak için yaratılmış içgüdülerimizi paylaşma yolunda değiştirmeye çalışmamız ne büyük saçmalıktır bizim için. Diyeceksiniz ki, ben paylaşırım her şeyimi gerekli gördüğüm her insanla. İşte burada yanıldığınızı belirtmeliyim. Bunu dördüncü ya da beşinci kez yaptığınızda insanların sizi enayi ve aptal yerine koyduğunu düşüneceksiniz. Çünkü içinizde yatan o kötülük dürtüsü sizin bedeninize batan bir iğne gibi sokup duracaktır. Doğrudur da söylediği şeyler. Çünkü diğer insanlar sizi aptal yerine koymaya çalışıyordur. Çünkü hepsinin içindeki kötülüğü ne yönde kullandığını kimse bilemez. İnsanın şu dünyaya geldiğinden beri ne zaman iyilik yaptığını görmüşsünüzdür; sonsuza dek? 

Boşluğun Efendisi

Gün aşırı derece boş geçmişti. O kadar boştu ki günün neredeyse 9 saatini bilgisayar ekranına bakıp dizi izleyerek geçirmiştim. Dizinin final bölümünün son 5 dakikası kalmıştı ki kapı çaldı. Saat gece 2 civarıydı, gelen Osman’dı. Kapıyı açtığımda benden yaklaşık üç kat daha büyük vücuduyla içeri daldı. Tam o anda elinde anahtar olduğunu gördüm. Anahtarı ev arkadaşım paspasın altına koymuş ki Osman zili çalmadan içeri girebilsin.

‘’Hey,’’ dedim, ‘’madem anahtarın var neden zili çalıyorsun?’’

‘’Anahtarın paspasın altında olduğunu zili çaldıktan sonra öğrendim.’’ diyerek savunmaya geçti. 

Bir şey diyemedim tabi. Naim, ev arkadaşım, ona mesaj atmış anahtarın paspasın altında olduğunu ama o mesajı zili çaldıktan sonra okumuş. Her neyse, elinde bira bana bakarken, onunla dışarı çıkmamı önerdi. Zaten evde kafayı yemek üzereydim. Dışarıda birkaç bira içip kafa dağıtmak iyi gelir diye düşündüm. Sırayla tuvalete geçip işedikten sonra dışarı çıktık. Birilerini aradı telefondan, büyük parka çağırdı. Biz de oraya gidecektik sanırım. Zaten evden iki sokak ötedeydi. Gitmeden önce cebimdeki son kuruşlarla bira ve sigara almaya giderken iki arkadaşını daha gördük. ‘’Ne çok arkadaşı var!’’ diye geçirdim kafamdan. Selam bile vermeden markete geçtim. Çıktıktan sonrasında birlikte yürümeye başlamıştık bile, onlar da büyük parka gidiyormuş. Aman ne büyük tesadüf dedim kendime. Yürümeye başladıktan beş dakika sonra tanıştırmak için seslendi Osman,
‘’Bu arada bu arkadaşım Sercan.’’

‘’Oh selam,’’ dedim sanki daha 3 saniye önce görmüşüm gibi davranarak, ‘’memnun oldum.’’

İsimlerini hala hatırlamıyorum. Büyük parka geçtiğimizde çimlerin üstünde oturan kalabalık bir grubun yanına oturduk. Keşke evde kalsaydım diye düşündüm. Tek birini bile tanımıyordum. Ortada saçma sapan muhabbet döndürmeye çalışıp döndüremeyen bir grup sarhoş gençti bunlar. İçmeye bayılırım ama henüz o günkü ilk biramı içmeye başlarken böyle bir ortama katılmak çekilmez olurdu benim için. Neyse ki can dostum sokak köpeklerinden biri ordaydı, onu görünce direk yanına gittim. Çenesinin altındaki tüyleri okşamaya başladım. İlk başta benden korkmasına rağmen ona yumuşak davrandığımı görünce sevmişti beni. Siyahlı beyazlı yaklaşık bir yaşındaydı. Onu okşayışımdan o kadar hoşlanmıştı ki, elimi çektiğimde resmen beni sev diye yalvarıyordu bana. Biraz daha sevdikten sonra Osmanların yanına geçmek için kalktım yanından köpeğin. Gruptaki sarışın kendini beğenmiş kız herkesle konuşmaya çalışıyordu. Kafasının güzelliği davranışlarından o kadar net anlaşılırken, normalmiş gibi rol yapmayı iyi becerdiğini sanıyordu kendince. Herkese tek tek okuduğu bölümü sormaya başladı. Sıra bana gelmişti.

‘’Ya sen ne okuyorsun?’’ dedi.

‘’Okumuyorum.’’ dedim alaycı bir ses tonuyla.

‘’Güzel, bir meslek sahibi olacaksın en azından.’’ dedi.

Okuyordum aslında ama sadece o an tanımadığım bir insanla muhabbete girmek istemiyordum. Dışarı çıkmamım nedeni tanıdığım bir insanla konuşmak ve bir iki bira içmekti. Her neyse sarışını bu sorular kesmemişti anlaşılan. Nereli olduğumuzu sormaya başladı teker teker. Herkes cevapladı. Bana sordu, Antakyalı olduğumu söyledim. Sonrasında Osman ona nereli olduğunu sorunca, ‘’Sence nereliyim?’’ diye sormaya başladı bu kez herkese. Sarhoştu ve egosu normalinden on kat daha fazla işliyordu kafasında. Herkes bir tahminde bulundu. Soruları dönüp dolaşıp bana geliyordu. Bana sorduğunda, ‘’Bana ne senin nereli olduğundan.’’ dedim. Kabul ediyorum biraz kaba bir davranıştı ama tanımadığım biriyle konuşmak istemiyordu canım o gün. Bu muhabbetten beş dakika sonra topluca kalktılar zaten.

‘’Sadece eğleniyordum, niyetim sizi kızdırmak değildi,’’ dedi kalkarken suçlu bir duyguyla ama hala bir o kadar egoluydu, ‘’Karadenizli olduğumdan söylüyorum bunu, oralı insanları yanlış tanıyın istemem.’’ diye devam edince anlamıştım bunu.

Onlar gidince üç kişi kalmıştık, Osman ben ve Yankı. Yankı’yı tanıyordum, Osman’ın bölümünden bir üst sınıf öğrencisiydi. Elektronik mühendisliği okuyorlardı. Osman kadar iri olmasa da benim iki katım vardı yine de ya da ben aşırı derece ufaktım sanırım. Birer sigara yaktık, benim siyahlı köpek yine gelmişti yanıma. Biraz daha sevdikten sonra Yankı’ya yolladım biraz da o sevsin diye. O köpeği severken yolda Osman’ın tanıştırdığı iki kişi yanımıza gelip oturdular, onların ardından iki kişi daha geldi. Yabancılardan kurtulamayacağım sanırım bu gece diye düşündüm. Oturanlardan biri kızdı, sigarası olan var mı diye sorunca ona da bir sigara uzattım. Tütün harici normal sigara bulununca ortamda, sevindi biraz. Son paramla aldığımı söyleseydim geri çevirir miydi asla bilemeyecektim tabi ki.

Sigaramı söndürüp ikincisini yaktığımda, Yankı bir şeyler anlatıyordu. Onda da vardı biraz kendini övme çabası. Hiç sevmezdim bu durumdaki insanları. Neyse, madem buradayım, ortama katılayım bari diye düşünerek dinledim muhabbeti.

‘’Geçen bir kız en son ne zaman seviştin diye sordu bana,’’ dedi Yankı, ‘’hatırlamıyorum dedim.’’

‘’İlerleyen yarım saat içinde deseydin turnayı gözünden vurmuştun.’’ dedim.

‘’Hahaha,’’ dedi Yankı, ‘’sonra ben de ona sordum o da hatırlamıyormuş.’’

‘’Seviştiniz mi sadede gel bence.’’ dedim.

‘’Hayır,’’ dedi, ‘’başka bir yere bakıyordum ki kız kaybolmuş.’’

Çantada kekliği kaçırmıştı resmen. Üzüldüm adına. Kız resmen kendi ağzıyla sevişelim demiş, yazık. Bu muhabbetten sonra ortam baya boka sarmaya başladı benim açımdan. Ne düzgün bir muhabbet vardı ortada ne de tanıdığım biri. Evde sıkılmak burada sıkılmaktan daha iyidir dedim kendi içimdekine. Ne güzel onaylıyormuşum kendimi, o an fark ettim bunu. Ben kalkıyorum diyerek sıçradım ayağa.

‘’Nereye gidiyorsun?’’ dedi Yankı.

‘’Eve.’’ dedim.

‘’Neden?’’ dedi.

‘’Ev…’’ dedim, ‘’iyidir dostum.’’


Selamımı çakıp yoluma devam ettim. Sokaktaki tekelden uyumadan önceki son biramı alıp borca yazdırdıktan sonra eve geçtim. Bir damla bile uyku yoktu gözlerimde. Birayı içtikten sonra da olmayacağının farkındaydım.  Biramla birlikte birkaç şarkı dinlerken, ilaç dolabındaki Atarax geldi aklıma. İyi uyutuyormuş adamı. Şıp diye düşüyormuşsun yatağa. Birayı bitirip dolaba gittim. Prospektüsünde alkol ile alınmaz yazıyor diye hatırlıyorum ama kimin umurundaydı ki. Zaten bulamadım dolapta, onun yerine Xanax adında başka bir ilaç buldum. Bu ondan daha etkiliymiş diye duymuştum. Bir bardak su ile birlikte aldım ilacı da, geçtim odama. Attığım andan itibaren beynimin uyuştuğunu hissedebiliyordum sanki. Bir sigara yaktım ve ne olacağını beklemeye karar verdim. Sadece koltuğa oturup arkama yaslandım ve bekledim. Uyuştuğumu hissediyordum sadece ama uyumamaya niyetliydim. Neler olacağını merak ediyordum açıkçası. Müzik eşliğinde bekliyordum sadece. Ne kadar sürede etki ediyor acaba diye düşündüm. Sigaram bitmişti ve resmen hissediyordum artık… hem kafamda hem çevremde. Odamdaki masa lambasının yanıp söndüğünü gördüm ilk başta, ardından pencerenin yanından giren günün ilk ışıklarını fark ettim. Resmen hareket edemiyordum; susuzluğumun bastırmasına rağmen ne bardağa ulaşabilmiş ne de gidip içine mutfaktan su doldurabilmiştim. Odadaki sarı ışık kızarmaya başlıyordu. Düşünmeyi denesem de sanki içimdeki başka bir dürtü düşünmeme engel oluyordu. İyi ya da kötü hiçbir şey düşünmüyordum, yalnızca tek istediğim tüm hayatım boyunca bu halde kalma isteğiydi. Sanırım aradan birkaç dakika geçince, ya da belki de çok fazla dakika geçmişti bilmiyorum, hiçbir şey hissetmemeye başlamıştım. Kalkıp mutfağa kadar gidip suyumu bile alabilmiştim, çünkü yorulduğumu da hissetmiyordum. Yorgunluğumu hissetmiyordum ama oraya gidip gelmem uzun bir zaman almış gibi hissetmekten de vazgeçemiyordum. Çünkü oradayken iki bardak su bitirmiştim. Tabi ki benden sonra gelen Osman’ı da salonda görmüştüm. Benden on kat daha fazla alkol almıştı o gün eminim ama benden daha hızlı olduğuna yemin de edebilirim. Penceremden gelen kuş cıvıltılarını, çalan müzikle birlikte aynı anda ayrı ayrı zevk alarak dinleyebiliyordum. Damarlarımın genişlediğini hissedebiliyordum ama algımın açıldığını mı kapandığını mı soracak olursanız bu konuda net bir kanıya varmış değildim ki iki sigara kapıp Osman’ın yanına gidene kadar. Algım feci derecede açıktı, bilincimin uyanık ama vücudumun kötü durumda olduğunu o an anlamıştım. Duvardaki parazitleri net olarak görebiliyordum ama ne kadar yakında ya da uzakta olduklarını seçemiyordum sadece. Ölüm noktasına gidişteki yolculuğun başında gibiydim. Gözlerim yarım açık bir şekilde etrafı izlerkenki hareketlerimin yavaşlığının farkındaydım ama hızlandıramıyordum. Dokunduğum her şey o kadar gerçekçi geliyordu ama normal zamandaki gerçeklikten on kat daha farklıydı. Bira yudumlamayı bırakmış bardaktaki suyumu yudumlarken fark edemediğim şey; biradan suya nasıl geçmiş olduğumdu. Kafamdaki milyonlarca düşünceden sadece binlercesi kalmıştı sanki. Güzel bir şeydi bu ama hala gram uyumak istemiyordum. Görmek istediğim şeyler vardı. Kimilerinin yalan dediği gerçekliği bu dünyadaki gerçekliğe taşımak niyetindeydim. Gözlerimi zar zor açık tutmaya çalışıyordum çünkü uyumak istemiyordum. Deneyim yaşamak niyetiydi bendeki. Birkaç gün önce kestiğim parmağımdaki yara kabuğunu yolmaya başladım tırnaklarımla. Bunu yaparken gözlerim hala yarı kapalıydı. Elim kanamaya başlamıştı ama tek bir acı bile hissetmiyordum. Ekstazi aldığım gecelerin sonunda uyumak için atardım Xanax’ı çünkü ekstazinin son anlarında uyumak ölümden beter bir ölümsüzlüğü andırırdı. Odamdaki çorap kokusuyla birlikte küllükteki kül ve sönmüş izmarit kokusunu hatta iki gün önce yıkamış olduğum saçımdaki şampuan kokusunu bile alabiliyordum ve saçlarıma dokunduğumda sanki ilk defa dokunuyormuşum gibi hissediyordum. Kalbime dokunduğum zaman, sanki ölü bir adamın vücudundan nabız almaya çalışıyormuş gibi hissediyordum… ama yaşıyordum işte. Ölüm noktasına gidişin başını aşmış da ölmüş gibiydim. Artık koltukta etki göstermesini beklemekten vazgeçtiğim ana gelmiştim. Yatağa atacaktım kendimi ve orada uykuya dalmamaya çalışacaktım. Çünkü uyku getiren ilaçlar aldığında uykuya engel olursan, çok ilginç şeyler olduğunu okumuştum bir yerde. Deneyimlemek istediğim buydu açıkçası. İçebildiğim son bardak suyumu da içtikten sonra attım kendimi yatağa. Yatağa geçmeden önce gömleğim ve pantolonumla yaptığım mücadelenin bir yıldan fazla sürdüğüne yemin edebilirim ama sadece bir dakika geçtiğini saate bakınca anladım. Yatağa geçtiğimde artık gözlerim sadece yüzde yirmi beşini kullanabiliyordu. Sabah kalktığımda nasıl olacağımı düşündüm. Keşke hep böyle kalsam… dertsiz ve tasasız. Lambayı kapadım, gün artık odayı ışıtacak kadar aydınlıktı. Bir sigara daha dedim… ve yaktım. Son sigaramdı o gecelik ya da sabahlık. Çünkü dumanı bile hissetmiyordum artık. Üstelik geçen süre henüz sadece on beş dakikaymış. Tekrar kalbime dokundum, sanki yokmuş gibi davranıyordu bana. Bir bardak daha su dedim ama kalkamadım. Etrafa baktım, her şey aynıymış gibiydi ama hiçbir şey öyleymiş gibi durmuyordu. Ardından gözümü kırptığımı hatırlıyorum sadece. Açtığımdaysa; ta ta, saat öğleden sonra üç olmuştu. Yataktan çıkmak bile istemiyordum ama bir o kadar da rahatlamış hissediyordum. Zorlayarak attım üstümdeki yorganı diğer tarafa, kalkıp kahvemi yaptıktan sonra dünyanın aslında tamamen boş olduğunu hissettim. Ben ise boşlukta uçuşan toz parçacığı… Bir kavanozun içine hapsolmuş görünmez hava gazıydım sadece, işlevsiz, amacı olmayan ama mutlu bir haldi bu.

Tanrı-Evren Adına

    Evren hakkında ortada birçok teori dönmesine rağmen henüz net olarak bir sonuca varmak insanlık için bilinmezlik içinde yüzmekten başka bir şey değil. Çünkü şu ana kadar kendi galaksimizi bile fethedebilmiş değiliz. Karanlığın içinde yuvarlanan, bir yerden bir yere gitmeye çalışan ama doğru düzgün başaramayan yaratıklarız. Birçok sırla dolu olan bu karanlık içinde bizi ışıtan güneş dışında hiçbir ışık kaynağına tam anlamıyla ulaşabilmiş değiliz. Var olduklarını elbette ki biliyoruzdur ama ulaşamadıktan sonra bir şeyin var olup olmamasının ne önemi var ki?
    Evrenin ışık görmeyen her tarafı karanlıksa eğer ve karanlığın oluşması için bir ışık lazımsa; evrenin gölgeden oluşan bir karanlık olmadığını kim söyleyebilir? Güneşin milyon katı büyüklüğünde bir ışık kaynağının gölgesinden oluşan bir evren… Peki, bu gölgeyi yaratan şey nedir? Evrenin bir kapalı kutu olduğunu düşünsek ya da o kadar abartmayalım, bizim küçük yaşam alanımızı oluşturan galaksimizi dev ışık kaynağından koruyan koca bir duvar olduğunu varsaysak; bir hata etmiş olmayız sanırım ama tabi ki bu sadece bir varsayım olur. Çünkü bizim küçük bilinççiklerimiz bunları öğrenmek için yaratılmadı. Ha eğer dünyaya geldiğimiz zamandan şu anki ana kadar yaşadığımız süreyi bir o kadar daha yaşarsak belki bunun cevabını bulabiliriz. Tabi ki bir 200 bin yıl daha yaşayacağımıza ben şahsen inanmıyorum. Evrenin bizi bu bilince kavuşturmasındaki amacının; dünyayı yok etmek üzerine olduğunu düşünüyorum ve bunu yavaş yavaş yerine getirdiğimizin kanaatindeyim. Diğer hiçbir canlının içinde doğaya zarar vermek üzere yüklenmiş bir içgüdü olmadığını düşünüyorum fakat biz insanlar bu kadar bilinci elde ettiğimiz ve bu bilincin bize boş yere verilmediği için, üstümüze düşen görevi ağır ağır yerine getirdiğimizin farkındayım. Tabi ki bunu hiç kimse kabul etmeyecektir. Çünkü hiçbir insanoğlu kötü olduğunu kabul edecek cesareti gösteremeyecek kadar egolu yaratılmıştır. 
    Evreni tanrı gibi gördüğüm kaçınılmaz bir gerçektir benim için. Bu yüzden evrenin koca bilincinin küçük bilinççikleri olduğumuzu düşünüyorum. Fakat madem bu kadar kötüyüz, tanrı yani evren bizi bu amaçla yaratmış demektir. Tanrının oğlu şeytanın kolonileştirdiği, amacı dünyayı yok etmek olan zavallı ama bir o kadar da üstün yaratıklarız.
    Karanlık… ışığın yokluğunun yansıması olan karanlık… ışığın gölgesinde kalan karanlık… evrenin ışık vurmayan her tarafı. Koskoca evrende, kendisinin milyon katı büyüklüğündeki ışığın gölgesinde kalıp bir mum ışığı gibi sönmeyi bekleyen güneş, bir kutunun içinde havasızlıktan sönene kadar devam edecek olan o kudretli ışığın aslında sadece bir mum ışığı değerindeyken; çekim gücünden kurtulmayı başaramayan, evrenin en akıllı varlıkları olarak nasıl kendimizi tanımlayabilmişiz. Evrenin bilinci olduğumuzun bilinçsizliğindeyken, evrildiğimiz bu halin dinozorlar gibi son hal olduğu düşüncesi beynimi kemiriyor. Tüm evrenin bir uyum içindeki bilincinde hareket etmesinden yola çıkarak, koskoca bir bilincin içindeki, yok olması gereken küçük bilinçli ama bilinçsiz atom parçalarıyız. Göremediğimiz dördüncü boyuttaki dev güneşin yok oluşunun yansımalarıyız. Bu evrim sürecine, ‘’bir dur’’ deme haliyiz. Dinozorların üzerine düşen meteor parçası gibiyiz. Evrenin bize ne yapsa yok edemediği, her şeyden paçasını kurtaran bok parçalarıyız. Bu kadar akıllanması gerekmeyen, haddini aşan gereksiz varlıklarız belki de. Kafamıza meteor atsa bile kurtulmayı başarabilecek kadar haddini aşmış, evrenle savaş haline girebilecek kadar küstahlaşmış, sayıları milyarlara kadar ulaşmış savaş askerleriyiz. Kapalı bir kutunun içine hapsedilmiş savaş tutsağı olduğu halde çoğalıp evrene kafa tutmaya çalışan karınca askerler… Üzerimize basılacak olan o ayağı bekleyen küçük karınca askerler…
    Evrenin devasa dengesinin dünyayı yok etme parçaları olarak tasarlanan bizler, amacına yavaş yavaş ulaşmaya çalışan şeytanın komutası altında çalışan paralı askerler gibiyiz. Tanrı şeytanı oğlu olarak yarattı… Hiçbir insanın içinde kötülükten çok iyilik olamaz. Ortaya çıkışımızdan bu yana tüm dengeye aykırı olarak yaratılan bizler, başka bir dengeyi kurmak için gönderilen yapı mühendisleriyiz.

    Görünmez bir diyarın görünür parçalarından en işlevsiz olanıyız. Görünürdeki görüntüsüzlüğü yaratan parçalar da diyebiliriz. İçten gelen anlamsız mesajları hiç yorumlamadan uygulamaya geçiren makinenin komut tuşlarından ibaretiz. Eğer kapatma tuşuna basmaya cesaret edebilen bir makineyseniz akıllı makinelerdensiniz demektir. Benim sürümümde o fonksiyon bulunmuyor. İçgüdü denen bir programla iç içe yaratıldığımdan, bu tuşun işlevini henüz tadamadım. Merak da etmiyorum aslında. Sonucunda ne olacağını bilmediğin tuşlara basmamak gerektiği kanısındayım. Zamanı geldiğinde o tuşa basılacağının farkında olmam bana yetiyor. Bu yükü üstümden aldıkları için onlara minnettar olmalıyım. Öyleyim de. Bir parçası olduğum bu koca görünmez makinenin sadece bir emir kuluyum, ne yaparsam yapayım kurtulamayacağım çünkü aslında yapmak zorunda kaldığım iyi ya da kötü olan her şeyin; aslında zaten o istediği için olduğunu biliyorum. Burada benim ne düşündüğüm değil, ne düşündürdüğünün ve yaptırmak istediğinin önemi daha büyük kaçıyor işte.

Bilinmezlik Adına

İnsanı bu gerçeklikte tutan şeylerden biri duygularıdır. Duygularından arınmış bir insan; insan olmaktan çıkmış ve bilinci tamamen özgürlüğe kavuşmuş demektir. Artık gerçeklikten tamamen soyutlanmış olan ruhu, ebediyen huzura kavuşmuştur. Gördüğü sevgiden hiçbir şey hissetmiyorsa ve kimseye sevgi, nefret, üzüntü hissetmeyip acı çekmiyorsa; bu dünyadaki gerçek olmayan gerçeklikten kurtulmuş demektir. Asıl gerçekliği o zaman görmeye başlar, beyninin ona oynadığı oyun bir son bulmuştur artık. Bilinci yeniden evrenin bir parçası olmaya hak kazanmıştır. Yalnızca ölüm ilgilendirir bu noktadan sonra onu. Ölürken beyninin salgıladığı maddeyle asıl gerçekliği gözleriyle görme lütfunu tadacaktır.

Beynim bana bir şeyi hayal ettirebiliyorsa, bu hayalin gerçek olmama ihtimalini düşünmeme gerek olduğunu sanmıyorum. Düşünülen her hayal, görülen her gerçeklik kadar gerçektir kafamda. Bilinmezlikten oluşan şu evrende –ya da biz insan bilinçlerinin bilmesi gerekmeyen şu evrende– bilinmeden oluşan her hayal, düş gerçektir. Eğer kurulan hayaller olmasaydı, bilinmezlik içinde kayboluşumuz ebediyen devam ederdi. Bildiğimizi düşündüğümüz her şeyi kapsayan bir şey varsa o da bilinmezliğin ta kendisidir. Çünkü bilinen ve öğrenilen her şey bir bilinmezlik olduğu için varlıklarını sürdürmektedir. Işığın varlığı biz onu bilinmezliğin içinde bir kalıba sığdırdığımız için devam etmektedir. Bu tüm evrendeki her şey için geçerlidir. Evrenin bilincinin oluşturduğu biz küçük bilinççikler, küçücük bilinçlerimizin toplamıyla evreni oluşturuyoruz. Yalnız başınayken beynimizdeki bir nöronun bir anlam ifade edebilmesi çok zordur fakat milyonlarcası bir araya geldiği zaman sırrını hala çözemediğimiz beynimizin yapı taşlarını oluştururlar.

Bir insanın mavi diye tabir ettiği kırmızılıklar olsaydı fakat biz o her kırmızı dediğinde ağzından dökülen kelimeyi mavi olarak algılasaydık ve bunu hiçbir zaman fark edemeyeceğimizi bilseydik, burada gerçek olan renk kırmızı mı olurdu, yoksa mavi mi bunu hiçbir zaman bilemezdik. Benim karşımda gördüğüm lambanın şeklinin yuvarlak olduğunu biliyorum ve karşımdakinin de onu yuvarlak olarak gördüğünü varsayıyorum çünkü gerçeklik budur diye düşünüyorum. Fakat bana yuvarlak gözüken lamba başkasına kare şeklinde görünüyorsa, her insanın algısında her şeyin çok farklı şeyler olarak canlandığını söylememde bir sakınca yoktur sanırım. Mesela doğuştan görme engelli olan bir insan düşünün, bu insan doğduğundan öleceği ana kadar sadece karanlığı mı görüyor dersiniz? Onun hayalinde kurduğu algıda, lamba şeklinin yuvarlak olmasına rağmen, dikdörtgen şeklinde var olması onun gerçekliğinin gerçek olmadığını mı gösterir? Elbette ki lambayı gerçek yapan onun şekli değil, bizim algımızda oluşturduğumuz lambanın hayalidir. Dünyayı hiçbir zaman göremeyecek olan bir insan, hayal gücünü tamamen evrenin kendisinden almıştır. 

Prototip

Şu sanki her zaman bir şeyler eksikmiş, sanki bir şeyler tam olmamış hissi var ya... işte o öldürdü beni. Sanki her ne konu ya da yapılan her ne olursa olsun sürekli eksik bir şeylerin var olduğu düşüncesi eksik olmuyordu kafamdan sadece. Ya olan şeylerde eksiklik vardı ya da olanlar bana yetmeyecek şekilde tasarlanmıştı bu dünyada. Belki de ben doyumsuzdum, ama doyuracak bir malzeme yoktu ki bu sofrada. Ben su ve ekmeğe razı gelsem, sofrada örtüden başka bir şeyin belirdiğini göremiyordum. Yanlış yerdeyim diye düşünmeden edemiyordum. Yanlış yer... Hesaplarıma uymuyordu dünya düzeni. Ya yanlış yerdeydim ya da hiç var olmamam gerekiyordu. Tanrı'nın dünyaya gönderdiği bir prototiptim belki de... başarısız bir prototip. Yaşam sınavını atlatamayan, hatta bu sınavdan nefret eden bir prototip. İnsanların düşünceleriydi sanırım bu sınavın en kazık soruları. Sınav kağıdında görmek istemeyeceğiniz cinsten sorular. Aşağılayıcı, iğneleyici, seviyesiz sorular; cevapları içlerinde saklı. Kim ne düşünüyorsa onu yapmak istiyordur demişimdir her zaman. Bir insan düşündüğü şeyin toplumda kötü algılanacağını hissettiği zaman, bu –toplum suçunu– karşısındakine sunmaya çalışır. Böylece kendi iç dünyalarını rahatlatmaya çalışıyordu insanoğlu sanırım. Ama bana çekici gelmiyor bunların hiçbiri. Niyadımı doldurup gitmek istiyorum sadece –zamanımın geleceği başka bir diyara doğru.

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Saçma!

İlgisizlik dünyanın en iğrenç şeyi olsa gerek. Hiçbir şeye ilgi duyamamak... Gerçi iğrenç olan bu dünyayı nasıl ilginç bulabilir, nasıl ilgi duyabilirdin ki? Saçmalıklarla dolmuş taşmış ya da saçmalıklarımızla doldurup taşırdığımız, kendimize bir hayaller alemi yarattığımız bu dünyada, ilgisizlik hastalığına yakalandım. Mutsuz muyum bilmiyorum, mutlu olup olmadığımı da bilmiyorum gerçi. Umrumda değil sadece. Hayal ürünlerimizle bir oyun alanına çevirdiğimiz bu dünyada, insanlar ve fikirleri o kadar saçma ki dayanılmaz derecede iticiler. Karşındakinin fikrine saygı duymak zorunda olmak diye bir anlayış ne kadar saçmadır. Bir insanın aklından çıkan hiçbir yasa ve hiçbir gerçeklik, benim olmasını istediğim doğrularla hiçbir zaman etkileşim kuramadı. Bütün insanların düşündükleri tüm fikirler kendi çıkarlarına işliyor anca. Bu yüzden insan safsatalarını, laf salatalarını duymak ve bunlara saygı göstermek herhangi bir insan için doğru olmasa gerek. İnsanlar ve ürettikleri ve kullandıkları ve herkesin kullanmak zorunda bıraktıları her şey şaçma. Bir yerden bir yere gitmek için bindikleri otobüsler çok saçma. Üzerlerine geçirdikleri kumaş parçaları saçma. Toplum baskısı ve bunlara uymak zorunda olmak, kültür ve gelenek denen hayali varsayımlar çok saçma. Kendi kafalarıyla yarattıkları ve onlardan sonra gelen herkesin sorgusuz sualsiz inanmasına zorladıkları ve inanmayanları dışladıkları evrenin efendisi tanrıları çok saçma. Her köşe başında duran, bir üniforma giymiş diye kendini dünyanın sahibi sanan polisler çok saçma. Bir koyun gibi bir alanın içine sıkıştırılmak çok saçma.  Kalbinin sesini dinlemek çok saçma, sanki varmışçasına öyle bir şey. Her şeyin saçma gelmesi, hiçbir şeye ilgi duyamamak, istediğin yer ve zamanda değilmişsin hissi de bir o kadar saçma işte. Yirmi iki yaşındayken sanki yetmiş seksen yaşında her an ölecek biriymiş gibi hissetmek... saçmalığın daniskası da bu olsa gerek.

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Kaybedenin Zaferi

Kazanılan tüm zaferlerim ateşle yakılıyordu sanki bir sahnede. Herkesin önünde ve hiç durmaksızın körükleniyordu. Ne serpecek bir damla su, ne de engelleyecek gücüm kuvvetim kalmamıştı, ama insanlar harikulade bir yok oluş seyrediyordu. Bu bile yeni bir zaferdi benim için. Kaybeden kazananın zaferiydi bu. Ateş sönmeye yeltendiği anda seyirciler tahta ve odun yağmuruna tutuyordu adeta sahneyi. Acıyı seyretmek hoşlarına gidiyordu besbelli. Acımasızdı her biri, hiç kimseye acımaları yoktu o anda –kendilerine bile. Tek istedikleri karşılarında cayır cayır yanan o saf acıyı görebilmekti. Acımasızlıklarının acısında boğulan her yaratık oradaydı. Çoğunluk insan, hatta hepsi insan... Sustum... alevim küllere dönene ve küllerimse toz olup uçana kadar. Uçan küllerin üzerine yavaştan hızlanarak düşen ufak damlalar hissettim önce, ardından gökleri delercesine yağmaya başladı: Yağmur. Toprağa çarpan her tanesinin sesini işitiyordum. Yağmur bile benden yana değildi o sırada, çok geç kalmıştı zaferimi yaşatmak için. Çünkü yanan her bir zaferim kül olmuş, şimdi de onun ıslaklığıyla yok oluyordu. Küllerim toprakla karışmaya başladı en sonunda... ama biliyordum her yağmur yağdığında bulutların gücünün biraz daha ve biraz daha azaldığını. Ve sonunda gücünün sınırına dayanan o bulutların ardından doğacak –her zaman varlığının orada olduğunu bildiğim; Güneşi bekliyordum. Her sağanağın ardından doğacak o güneşi... Doğup beni yeniden kasıp kavuracak, küllerimden beni yeniden doğuracak o güneşin doğmasını bekliyordum...

27 Nisan 2016 Çarşamba

Minik Yavru Kedicik

Ellerinin arasındaki yavru bir kedi gibiydi oysa ki, ne nankörlüğü öğrenebilmiş ne hayata bir yerinden tutunabilmeyi. Asaletini kazanamadan yitirmiş bir kedi. Sevdiğin her kedinin bir asaleti olurdu gerçi. İster bir sokak kedisi olsun, ister bir ayağı olmayan bir sokak kedisi, ev kedisi ya da bir ayağı olmayan bir ev kedisi. Düşüncesi, ‘’Beni kim daha güzel seviyorsa ona okşatayım kendimi.’’ olan bir varlığın hastalıklı asaletiydi bu. Tüylerinin kıvrımlarına senin dokunduğunu sanırsın ama bir anlık elini ve ilgini kendinle ilgili olan bir şeye yönelttiğin anda, başka birinin elinin altında görürsün o hastalıklı asaleti. Güvenemeyeceğin bir varlıktır o senin için artık. Bunu anladıktan sonra düşünmeye başlarsın elini çekmemen gerektiğini. Otlağa yalnız gönderemeyeceğin koyun gibiydi o, bir çoban misali kavalınla eşlik etmen gerekirken kurtların arasına gönderdiğin bir koyun. Sen onu bir kurt gördüğünde ne yapılacağını bilen bir koyun sanırken, kendini kurt mahzeninin yolunu bile bile izlerken bulan bir koyun. Onun kurtlar sofrasına düştüğünü öğrendiğin anda aralanmaya başlar gözündeki sis perdesi. Artık görüşlerindeki ne o yavru kedi kalmıştır o andan sonra ne de kendini dönüştürdüğü o koyun. Güvensizliğinin cehaletindeki yok oluşun, tiksintinin verdiği isteksizlik ve hayatının üzerine kurduğun hegemonyanın çöküşü serilir ayaklarının altına sadece.

20 Nisan 2016 Çarşamba

Beyin

    Beynimi çevreleyen, bir beyin daha vardı sanki. Sadece o konuşuyor, sadece o karar veriyordu. İçtekinin gerçek beynim olma olasılığı kafamda olsa dahi, hiçbir şeyi değiştiremezdim. Umursamazdı dışarıdaki onu, tüm kararları kendi verirdi. Bir başka güç tarafından bastırılmış, yontulmuştu sanki kafam. Hayatta sürekli seçimler yapmam lazımdı oysaki. Kaldıramıyordum bunu. Kendi isteklerimi seçemeyeceksem, ne önemi vardı ki yaşamamın? Esir alınmış gibiydi hayatım, tıpkı bir kukla gibi, oradan oraya gitmek zorundaydım. Oynuyorduk hayatı sadece, geri dönüp izleyemeyeceğimiz kadar hızlı bir filmdi hayat. 

19 Nisan 2016 Salı

Adalet

Gerekçeleri yoktu aslında. Suçlamamaları lazımdı insanların birbirini. Suçlamaları lazımsa bir kişiyi, bu kişi kendileri olmalıydı. Kalkıp sormamalıydılar, bir şeyi yanlış yaptıkları için kendilerini ne kadar suçlu hissettiklerini. Çünkü bu, yaptırdıkları için kendilerini suçlu hissetmeleri gerektiği halde dışarıda aramalarıydı cenebelerinin günahlarını. Bunun farkında olmalıydılar. Tek dertleri içip içip kafayı bulmak, olmadık insanlarla olmadık işlere bulaşmak olduğundan sevdikleriyle vakit geçirmenin ne kadar önemli olduğunu unutmamalıydılar. Tüm meseleleri buydu bence insanlara kendilerini anlatamamalarının. Bir kere baksalardı kendi iç dünyalarına, bir kere görebilselerdi içlerindeki o kara deliklerin kendilerini kendi içlerine çekme çabasını. Üzülmek yetmiyordu onların adına. Yaşamak gerekiyordu bunları. Dibine kadar yaşamıştım oysaki. Yaşadığım halde tekrar tekrar yaşama duygusuydu canımı acıtan, belki de haz veren. Hayatın bu olduğunu anlamak yıllarımı almasıyla birlikte, binlerce bu olayı yaşamamı da sağlamıştı. Tekrar eden duyguların döngüsünde boğulmak beni hiçten hiçe yok eden şey, üstelik bunun farkında olurken. Sadece içmek, içmek istiyordu canım. Kimse yanımda yokken içeceğim bir şey olsun istemek… Duygularım insan olmaktan çıkmış bir hayvan içgüdüsüyle hareket etmeye dönüşmüştü sadece. Kabul ediyordum gerçi bunu. İnsanın bir hayvan olduğunu kabul etmeyenler artık günümüzde hayvan gözüyle görülen insanlardı zaten. Kendim dışında düşünmemek istiyordum başka insanları. Sıkılıyordum artık muhabbetlerinden hatta kaçmaya çalışıyordum ortamlarından. Çıkar. Sadece çıkar ilişkisi şu anki insanların kafasındaki. Benim sana yararım yoksa siktir etme düşüncesini esirgeyememeleriydi kafalarından… İşte bu insanların sorunu. İşte senin, işte benim sorunum. Buna yönelttiler belki de bizi. Yaşamamamız için seçilen, sadece parası olan insanların dünyasının kurulmasının temel ilkesidir belki de bu. İstemiyorum desen de kabul ettirdikleri –tek adalet – şeklidir bu onlara göre. 

Yok-oluş

Yazmak dışında hiçbir şey yoktu yanımda. Cansızdım. Yazmak bile istemiyordum. Çıkardım bir tek sigaramdan, koydum ağzıma. Kibriti ateşlerken öyle bir baktı ki suratıma, cehennem ateşinin ıstırabı yanında palyaço kalır. Çektim bir fırt, düşüncelerimi durdurmaya çalıştım. Hayatla ilgili olanları. Ardından bakınca tek bir düşünce bile kalmamıştı. Tüm düşüncelerim hayatla ilgiliydi, hayat savaşıyla. Herkesin ki böyledir diye düşündüm. Dönüp kendime bakacak mecalim yoktu, kendim dışındakileri düşünmekten. Sanki onlar için yaşıyordum. Başkalarının dert çobanıydım sadece. Şarabımdan bir yudum aldım, sövmeye başladım, kendim dahil her şeye. Kendimin tanrısıydım o an. Boştum o zaman ben. Kendime bile çıkarım yoktu. Söndürdüm sigaramı şarabımın sulu ateşinde, bırak kendini yaşam okyanusuna dedim. Nedir senin derdin? Yok etmek istiyordum yaşamımı ama bununla kalmak değil de kendimle birlikte götürecek canlar arayışı içindeydim kendimce. İnsanların otuz yaşında başladığı gerilemeye ben yirmi yaşında başlamıştım. Dişlerimde sayılamayacak kadar çürükler, vücudumda kaldıramayacak kadar ağrılarım vardı. Doktora gitmek istemiyordum. Nasıl geldiysem öyle gideyim mantığında boğulan bir insandım. Gözlerimdeki alevlerin sigaramı yeniden ateşlediğini görünce ayaklandım uzandığım yataktan. Paketimden bir sigara daha çıkarıp yanan izmaritimle ateşledim sigaramı. Her kim anlatıyorsa anlatsın, yok oluşu anlatıyordur diye düşündüm içimden. Var oluşu anlatamazdı çünkü yok olan bir varlık…

Ucube Varlıklar!

Sevgili  mi? Gereksiz maddelerin oluşumunun karekökünden başka bir şey değil. Belki de bölü ikisidir de neyse. Dost mu? Gereksiz maddelerin oluşumunun kareköküne değişebileceğin, tek elementli bir maddedir. Sigara mı? Zifir, karbondioksit, nikotin ve benzer maddelerden oluşup ateş ile yanmasını sağladığınız, fakat siz istemedikçe sizi bırakmayan tek maddedir. Peki, sorarım size, hangisine daha çok bağımlısınız? Bir dostumun ya da sevgilimin tek sözüne bakarak bırakacağım şu lanet sigaraya mı, yoksa diğer ikisine mi? Ben sigaraya bağımlı değilim, beni sigaraya bağımlı edenlere bağımlıyım aslında. Bir suç ortağı bulmuşuz milletçe, günah keçisi ilan etmişiz onu ama aslında günahın tillahını yapan varlıkların varlığını unutmuşuz. Alkol almak mı zararlıymış? Bok zararlı. Asıl bizi alkole muhtaç bırakan düşünce yoksunu, varlıklarını evren bile kaldıramamış olan varlık dediğimiz ucubeler zararlıdır bence. Hangi insan kalkıp da ‘Oha bana zarar veren bir şey var ama ben bunu bedenimin içine sokup kendime zarar vermeye devam edeceğim.’ demiştir dış etkenler olmadan? Var mıdır ki kendi bedenimizden, kendi vücudumuzdan daha değerli olan bir şey? İçgüdülerim bunun olmadığını söylese de duygularım bunun tam tersini söylemeye devam ediyor ki edecek de. Tek bir kelimesini bizden eksik eden dostlar, ufacık bir sevgi cümlesini bizden esirgeyen, yalnızlık tutsağına kapılmak istemeyen varlıklar… Sorarım size bunlar mıdır bizim hayatımızı cennete çeviren, yoksa cehennemin en alt katını gün geçtikçe bize daha çok yaşatanlar? Ne söylesem kâfi… Yakalım bir sigara da sikilmekten sonra ki zevki yaşayalım bari!

Cennet Meyvesi

Fazla kalabalık olurdu hep etraf. Soyutlamayı bilirdim ama ben kendimi. Varları yok ederdim kafamda. Tek sıkıntısı sesler olurdu, onları yok etmek biraz uğraş gerektiriyor. Çığlıkların sessizliğini arar bulurdum nitekim. İpleri koparmak mı dersiniz buna yoksa ipleri eline almak mı bilemem. Benim için her ikisi de doğru olurdu o anda. Onları yok ettikçe kendimi de yok ediyormuşum gibi hissederken, kendime en yakın olduğum anların da o anlar olduğunun farkındalığında dolaşıp dururdum hep.  Uykuda gibi ama değil, yanan ateşin o en altındaki mavilik olurdum; her şeye en yakın ama her şeyden uzak. Düştüğümde biri kucaklasın isterdim hep ama her zaman yerin en dibine çakılmaktan başka bir olasılık bulamazdım. Tutunacak bir dal arayıp bulamamanın yorgunluğunun hissi ya da bulduğum tüm dalları ateşimle küle çevirmenin verdiği bıkkınlık; yarın olmayacak cennetin bugünkü meyvesine çevirdi beni.

13 Nisan 2016 Çarşamba

Sigara

Mecburiyetten bırakılmış sigaralar, böyle daha mutlu olduğuna içten içe kendini inandırmacalar… Yokluktaydım, yokluğun boşluğundaydım. Yalanlarda boğulmuş ve bu yalanlardan kurtulmak için daha çok yalana batmış, hayatın yalanını yalanla yaşamaya başlamıştım. Yalan söylemek zekâ işiydi gerçi, olmayan bir şeye inandırman, üstelik buna senin de inanman gerekirdi. İnanmadığın bir yalanı sürdüremezdin. Bundan sonra yapılacakların ne olacağını bilmediğim için, hiçbir şey yapmamaya başlamıştım. Artık yalanların akışına bırakmıştım hayatımı. Zaten bir kere yalan söyledin mi, o yalanı sürdürmek için bin beş yüz tane yalanın ardını arkasını kesemiyordun. Dünyanın en güzel çiçeğine konmuş bir arı gibiydim ama çiçekten tek bir polen alacak gücüm kalmamış gibiydi. Bunu başarsam bile bir yuvaya mensup değilmişim gibi hissediyordum. Bir yuvam olduğunu varsaysam bile oraya gidecek mecal yoktu bende. Ben yoktum sanki. Bir gün mutlu olacağım bir şey olsa ardından yirmi tane olumsuz şey ortaya çıkıyordu. Bunlar gerçekten oluyor muydu yoksa sadece benim kafamda ürettiklerim miydi çözemeyecek haldeydim. Olumsuzluklarımı kendim yaratıp dururdum. Olumlu bir şeyin en olumsuz tarafını gün yüzüne çıkarmadan rahat etmezdi içim. Nasıl bir paradoksa kapıldığımı çözemiyordum sadece. Benim için engellenemez tek şeydi belki de bu. İnsan olarak sadece bir gün yaşasak kelebekler gibi, gezinsek sadece oradan oraya… İntihar sağlardı belki bu söylediğimi de, var mıydı ben de o cüret, o cesaret. İntihar cesaret gerektiren aciz bir davranıştı benim için ama bir anda olmasa da, bir sigara yakardım kısaltırdım ömrümü ya da içerdim bir duble kısaltırdım ömrümü, sarardım bir cigara kısaltırdım ömrümü… 

Gölge'den Kaçış

    Işığın karanlığında boğuluyordum. Her yeri aydınlatan ışık bir tek beni aydınlatmıyordu sanki. Düşündükçe kararıyor, aydınlığı gördükçe çekiliyordum karanlığa, karanlığıma. Her yeri görürken bir tek kendimi göremiyordum. Tüm insanlığı aydınlığa ulaştıracak güce sahip gibiyken, bir tek bana yetmiyordu bu güç. Karanlığımı yaratan engelleri yok etmeye çalışsam da her seferinde daha da büyüyüp kafama düşüyordu, altında eziliyordum, sadece bir gölge oluyordum artık. İşin başından beri bir gölge olduğumu kabul etmek istemiyordum açıkçası. Başka bir hayatın figüranı olmayı kendime yediremiyordum belki de. Birileri yaşasın diye yaşıyor olma hissi, başkaları yükselsin diye alçalma hissi… Hayatın diğer isimlerinden biri, haksızlığı sunma biçimiydi sanırım. Durdurulamaz olan bu hayatın sunumlarıyla boğulmuştum. İstemeden dünyaya gelmek ve istemeden ölmek gibi, bu iki isteksizlik arasında süregelen binlerce istemsizliklerden sadece bir tanesiydi bu söylediğim isim.

    Kaçmak istiyordum sadece. Kaçtığım şeyin ne olduğu önemli değildi bu noktada. Çünkü kaçılacak bir şeyin var olduğunu düşünme hissi kaçırıyordu aslında beni. Gittiğim yerden kaçmaya çalışıyordum. Olacağım şeyden kaçmaya çalışıyordum. Üstüne koştuğum şeyden kaçıyordum açıkçası. Bir arının öleceğini bile bile, tehdit altında hissettiği an karşısındakine zarar verme isteği gibiydi, ama bende olmayan tek şey zarar verme hissiyatında olmayışımdı (Kendimden başkasına en azından). Hayatın verdiği sorumluluğa doğru kaçıyordum. Ölüme doğru bir kaçıştı bendeki. Somut bir ölüm olmasa da, kişiliğimin ölümüne doğru bir kaçış, bir direniş göstergesi. Karanlığıma doğru kaçıyordum. Aydınlığını hiçbir zaman yaşayamadığım karanlığıma. Başkasının gölgesinde yuvarlanıştı benim kaçışım. Ne kadar kaçarsam kaçayım sonunun aydınlığa çıkamayacağı bir kaçış. Arkama duvarlar çekiyordum en azından tuğlalardan, ki böylece arkamdan kimsenin bu yola girmeyeceği hissi rahatlatsın diye içimi. Ördüğüm tuğlalar kadar duvarlar yıkıyordum kaçarken, diğer koşanlarında bu karanlıktan çıkmak için binlerce duvarı yıkacağının farkındalığıyla. Son duvarı yıkıp sonsuz karanlığın içinde olduğumu anladığımda, ölmüş ve bir karanlığın daha içine girmiş olacağımın farkına varamadan…

25 Ocak 2016 Pazartesi

KARDEŞ !

      Her gün gördüğün bir insana ne anlatabilirdin ki? Hiçbir şey. Üzülüyordum bu duruma, dinlediğim konuşmaların benimle yapılması gerektiğini düşünüyordum. Bencildim belki. 15 yıldır tanışıyorsun, 2 yıldır tanıştığın insana anlattığın şeyler benim bildiklerimden fazlaysa eğer, bencildim ben. Dinliyordum oysa ki onları. Haberleri yoktu. Benden bile bahsettiler. Zoruma gitti. Oysa ki benle konuştuğunda kimseden bahsetmezdi. Genelde konuşmazdık zaten. Konuşsak bile benim açtığım bir konudan bahsederdik. Pek konu açmayı sevmem. Ne haber, iyiyim… Budur benim sunuşum. Yine de çok konuşmayı denerdim yanında, tanıyordum çünkü onu. Onun da beni tanımasını isterdim. Benim kadar konuşsun benimle, bir şeyler paylaşsın isterdim. Neyse ki artık istemediğinin farkındayım. Bunun karşılığında ben de ona bir şey sunmama taraftarı olmaya başladım. Pes edişti bu. Fırçamda ki son boyaları kullanmıştım onun için, o ise gelip bir parça boya hediye etmemişti bana. Yine de teşekkür ederim. İlgili gibiydi, ama ilgili değildi. Rol yaptığının farkına vardığım zaman anladım her şeyi, pes ettim artık, son fırça darbelerimi bile vurmadım ona.