27 Eylül 2016 Salı

baş(şşşşşşşş)lıksız

Uzun zamandır yazmıyordum doğru düzgün; şöyle biramı açıp, rahat rahat oturup tuşlara basarken yazmanın verdiği o uyuşturucu kafasını yaşayarak. Daha doğrusu yazamıyordum sanırım. Çünkü rahatlık denen varoluş hayatımda var olmamaya başlamıştı artık. Yaş olmuş yirmi iki, okulun bir boşluk olduğunu anlayıp okulu bırakmışsın, artık kafanı yoran şeyin seni hayatta tutmaya yarayan parayı kazanmak olduğunun tek çıkar yol olduğu bir döneme girmişsin. Kendime söylüyorum tabi ki bunları. Eskiden olsa avla bir mamut ye, kafan rahat kalsın. Tabi avlayacak mamut bırakmadığımız için şu koca dünyada kapitalizm denen uydurmayı yaratmışız kendi beyin gücümüzle. Kendi çabalarımızla üretebildiğimiz besin kaynaklarını üretmeye devam ederken yok olanları tınlamayarak para karşılığı ürettiklerimizi üretenlere satarak dönen bir dünya yaratmışız. Harbiden hayret ederim, bir türün ortaya çıkması zorlu dönemlerden geçerken neden başka bir türün o türü yok etmesi bu kadar kolay olabiliyor? Ya da o türü yok eden tür o türden daha mı çok yaşamayı hak ediyor? Bence ölümlerle varlığını sürdüren bu dünyada; zalimlik, gaddarlık, kötülük dışında bir egemenlik varlığını sürdüremez. Her yazın kötülüğün temellerine dayanıyor dersiniz belki ama ben iyi olduğu halde kötülüğü savunan bir insan olarak tanımlıyorum kendimi ya da dünyanın işleyişini açık bir gözle görebiliyorum ama sesimi çıkaramıyorum diyeyim. Her neyse artık insanlık adına düşünmemeyi yeğliyorum kendimce çünkü artık kendi tanımımı kendimce değiştirmeye karar verdim. E bunu yapmak için de kendimi değiştirmem gerekiyordu. Ben de artık o kötü olduğu halde iyi görünenlerin tarafında olmaya karar verdim. Biraz bencilce bir davranış belki ama bu dünyadaki tüm insanlar bunu hak ediyor. Çünkü iyiyim diyen de kötü oluyor, kötüyüm diyenler zaten kötülükte master yapmış ama iyilikte master yapanına pek rastladığım söylenemez. Bu yazıyı birazcık yarım kesiyorum iyi geceler birazcık düşünün...

18 Eylül 2016 Pazar

...

Uykusuzluk... Uyumak isteyip de uyuyamamak ya da bunun olacağını bildiğin halde her şeye rağmen her şeyi göze almak. Parmaklarının işlevlerini tam anlamıyla yerine getirememesi ve hissiyatsızlık. Aniden hızlanıp aniden yavaşlayan kalp atışları. İçine çektiğin her dumanda büyüdüğünü hissettiğin et parçaları. Hareket etmekten kendini alamayıp en sonunda güçsüz ve takatsiz düştüğün durumlar. Hoşuna gidiyormuş gibi gelen ama birden bire aslında bok gibi hissettiğin bir durum. Söylemek istediğin ama söylediğin an büyüsünün bozulacağını bildiğin durumlar. Yarı yarıya kumarının oynandığı hayat yarışının içinde hapsolmuşluk hissi. Buna rağmen hiçbir şey söylemesen bile iki seçenekten birini seçmiş olma durumun. Seçim yapmadan seçilmiş bir kumar oyununun sonuçlarına katlanmak zorunda kalmak. Elinde son bir kozunun bile olmayışı. Gerçek olmasa da hissedebildiğin ve beyninin en uç noktalarını bile kemiren gerçek dışı konularla kendini kandırmacalar. Çevreni öyle sarmışlar ki hareket edecek, tek bir adım atacak yerinin kalmadığını hissetmek. Artık seni bir seçim yapmaya zorlayan oyunun bir parçası. Yüksek bir yerden atlama seçeneği... Zorluklara sırtını dönüp tüm işlevini sonsuza kadar yok etme seçeneği... Pillerini kendi ellerinle söküp çöpe atma isteği... Açlık... ama yemek yiyememek ya da bunun olacağını bildiğin halde her şeye rağmen her şeyi göze almak. Gözlerinin ne tam açık kalabilmesini ne de tam kapalı fonksiyonda durabilmesini sağlayamamak. Algıların bir süre sonra kapanmak isteyip kapanamaması. Vücudunun kontrolünün elinden alınması. Boktan durumların algoritmasıdır bunlar. Tüm güzel şeylerin ardında bıraktığı kötülüklerin sonuçlarında; yaşamak isteyip de yaşayamamak...

3 Eylül 2016 Cumartesi

Güvensizlik

Güvensizlikle doluydu vücudumun her bir hücresi. Öyle bir güvensizlik ki bu, sadece beni değil tüm insanlığı sardığına yemin edebilirim. Buydu bence nedeni eve gelen misafirin kapıya kadar geçirilmesinin ya da evden çıktığınızda yabancı bir insanın evde bulunmasını istememenizin. Çünkü kötülük anında ele geçiriverirdi insanın beynini. Düşkündük kötü diye tabir ettiğimiz her şeyi yapmaya. Bir junky’e çevirirdi kötülük insanları. Önce bir kere yaparsınız, baktınız kimse çakmıyor zaten, bir daha yaparsınız. İçten içe yapardık ama bu kötülükleri, kimsenin işitmesine izin vermezdik. Biri bunu fark ettiği ya da gördüğü zaman direk ifşa etmeye kalkışırdı çünkü sizi. Bunun nedeni de kendi iç kötülüğünü dış dünyaya iyiymiş gibi gösterme çabasıydı onun. Kendini aklama çabasıydı. Kötülüğünü örtbas etme çabası… Başka birini kötü gösterdiği her an kendi kötülüğünden bir şey eksilecekmiş gibi hisseder insan. Bu lanet kaderimize yazılan bir aşağılanmadan ibaret değil de nedir ki? Belki de bir lütuftur bu kim bilebilir? Yaradılışımızdaki amacın ne olduğunu bilmeden içimizde yaşadığımız şeylerin yanlış ve kötü olduğunu kim söyleyebilir? Belki de kötülüğü göz göre göre yapmamız için birinin çıkıp bizim iyiliksever yaratıklar olduğumuzu söylemesini beklemişizdir. Ne bir şey paylaşmaya gönlümüz vardır ne de bizim olanı insanların kullanmasını görmemize. Hani kendi paranızla satın aldığınız bir şeye başka bir insan gelip dokunur ya, hah, işte demek istediğim hissettiğiniz o saçma sapan hislerinizin gerçek olmadığını kim söyleyebilir? Paylaşmamak için yaratılmış içgüdülerimizi paylaşma yolunda değiştirmeye çalışmamız ne büyük saçmalıktır bizim için. Diyeceksiniz ki, ben paylaşırım her şeyimi gerekli gördüğüm her insanla. İşte burada yanıldığınızı belirtmeliyim. Bunu dördüncü ya da beşinci kez yaptığınızda insanların sizi enayi ve aptal yerine koyduğunu düşüneceksiniz. Çünkü içinizde yatan o kötülük dürtüsü sizin bedeninize batan bir iğne gibi sokup duracaktır. Doğrudur da söylediği şeyler. Çünkü diğer insanlar sizi aptal yerine koymaya çalışıyordur. Çünkü hepsinin içindeki kötülüğü ne yönde kullandığını kimse bilemez. İnsanın şu dünyaya geldiğinden beri ne zaman iyilik yaptığını görmüşsünüzdür; sonsuza dek? 

Boşluğun Efendisi

Gün aşırı derece boş geçmişti. O kadar boştu ki günün neredeyse 9 saatini bilgisayar ekranına bakıp dizi izleyerek geçirmiştim. Dizinin final bölümünün son 5 dakikası kalmıştı ki kapı çaldı. Saat gece 2 civarıydı, gelen Osman’dı. Kapıyı açtığımda benden yaklaşık üç kat daha büyük vücuduyla içeri daldı. Tam o anda elinde anahtar olduğunu gördüm. Anahtarı ev arkadaşım paspasın altına koymuş ki Osman zili çalmadan içeri girebilsin.

‘’Hey,’’ dedim, ‘’madem anahtarın var neden zili çalıyorsun?’’

‘’Anahtarın paspasın altında olduğunu zili çaldıktan sonra öğrendim.’’ diyerek savunmaya geçti. 

Bir şey diyemedim tabi. Naim, ev arkadaşım, ona mesaj atmış anahtarın paspasın altında olduğunu ama o mesajı zili çaldıktan sonra okumuş. Her neyse, elinde bira bana bakarken, onunla dışarı çıkmamı önerdi. Zaten evde kafayı yemek üzereydim. Dışarıda birkaç bira içip kafa dağıtmak iyi gelir diye düşündüm. Sırayla tuvalete geçip işedikten sonra dışarı çıktık. Birilerini aradı telefondan, büyük parka çağırdı. Biz de oraya gidecektik sanırım. Zaten evden iki sokak ötedeydi. Gitmeden önce cebimdeki son kuruşlarla bira ve sigara almaya giderken iki arkadaşını daha gördük. ‘’Ne çok arkadaşı var!’’ diye geçirdim kafamdan. Selam bile vermeden markete geçtim. Çıktıktan sonrasında birlikte yürümeye başlamıştık bile, onlar da büyük parka gidiyormuş. Aman ne büyük tesadüf dedim kendime. Yürümeye başladıktan beş dakika sonra tanıştırmak için seslendi Osman,
‘’Bu arada bu arkadaşım Sercan.’’

‘’Oh selam,’’ dedim sanki daha 3 saniye önce görmüşüm gibi davranarak, ‘’memnun oldum.’’

İsimlerini hala hatırlamıyorum. Büyük parka geçtiğimizde çimlerin üstünde oturan kalabalık bir grubun yanına oturduk. Keşke evde kalsaydım diye düşündüm. Tek birini bile tanımıyordum. Ortada saçma sapan muhabbet döndürmeye çalışıp döndüremeyen bir grup sarhoş gençti bunlar. İçmeye bayılırım ama henüz o günkü ilk biramı içmeye başlarken böyle bir ortama katılmak çekilmez olurdu benim için. Neyse ki can dostum sokak köpeklerinden biri ordaydı, onu görünce direk yanına gittim. Çenesinin altındaki tüyleri okşamaya başladım. İlk başta benden korkmasına rağmen ona yumuşak davrandığımı görünce sevmişti beni. Siyahlı beyazlı yaklaşık bir yaşındaydı. Onu okşayışımdan o kadar hoşlanmıştı ki, elimi çektiğimde resmen beni sev diye yalvarıyordu bana. Biraz daha sevdikten sonra Osmanların yanına geçmek için kalktım yanından köpeğin. Gruptaki sarışın kendini beğenmiş kız herkesle konuşmaya çalışıyordu. Kafasının güzelliği davranışlarından o kadar net anlaşılırken, normalmiş gibi rol yapmayı iyi becerdiğini sanıyordu kendince. Herkese tek tek okuduğu bölümü sormaya başladı. Sıra bana gelmişti.

‘’Ya sen ne okuyorsun?’’ dedi.

‘’Okumuyorum.’’ dedim alaycı bir ses tonuyla.

‘’Güzel, bir meslek sahibi olacaksın en azından.’’ dedi.

Okuyordum aslında ama sadece o an tanımadığım bir insanla muhabbete girmek istemiyordum. Dışarı çıkmamım nedeni tanıdığım bir insanla konuşmak ve bir iki bira içmekti. Her neyse sarışını bu sorular kesmemişti anlaşılan. Nereli olduğumuzu sormaya başladı teker teker. Herkes cevapladı. Bana sordu, Antakyalı olduğumu söyledim. Sonrasında Osman ona nereli olduğunu sorunca, ‘’Sence nereliyim?’’ diye sormaya başladı bu kez herkese. Sarhoştu ve egosu normalinden on kat daha fazla işliyordu kafasında. Herkes bir tahminde bulundu. Soruları dönüp dolaşıp bana geliyordu. Bana sorduğunda, ‘’Bana ne senin nereli olduğundan.’’ dedim. Kabul ediyorum biraz kaba bir davranıştı ama tanımadığım biriyle konuşmak istemiyordu canım o gün. Bu muhabbetten beş dakika sonra topluca kalktılar zaten.

‘’Sadece eğleniyordum, niyetim sizi kızdırmak değildi,’’ dedi kalkarken suçlu bir duyguyla ama hala bir o kadar egoluydu, ‘’Karadenizli olduğumdan söylüyorum bunu, oralı insanları yanlış tanıyın istemem.’’ diye devam edince anlamıştım bunu.

Onlar gidince üç kişi kalmıştık, Osman ben ve Yankı. Yankı’yı tanıyordum, Osman’ın bölümünden bir üst sınıf öğrencisiydi. Elektronik mühendisliği okuyorlardı. Osman kadar iri olmasa da benim iki katım vardı yine de ya da ben aşırı derece ufaktım sanırım. Birer sigara yaktık, benim siyahlı köpek yine gelmişti yanıma. Biraz daha sevdikten sonra Yankı’ya yolladım biraz da o sevsin diye. O köpeği severken yolda Osman’ın tanıştırdığı iki kişi yanımıza gelip oturdular, onların ardından iki kişi daha geldi. Yabancılardan kurtulamayacağım sanırım bu gece diye düşündüm. Oturanlardan biri kızdı, sigarası olan var mı diye sorunca ona da bir sigara uzattım. Tütün harici normal sigara bulununca ortamda, sevindi biraz. Son paramla aldığımı söyleseydim geri çevirir miydi asla bilemeyecektim tabi ki.

Sigaramı söndürüp ikincisini yaktığımda, Yankı bir şeyler anlatıyordu. Onda da vardı biraz kendini övme çabası. Hiç sevmezdim bu durumdaki insanları. Neyse, madem buradayım, ortama katılayım bari diye düşünerek dinledim muhabbeti.

‘’Geçen bir kız en son ne zaman seviştin diye sordu bana,’’ dedi Yankı, ‘’hatırlamıyorum dedim.’’

‘’İlerleyen yarım saat içinde deseydin turnayı gözünden vurmuştun.’’ dedim.

‘’Hahaha,’’ dedi Yankı, ‘’sonra ben de ona sordum o da hatırlamıyormuş.’’

‘’Seviştiniz mi sadede gel bence.’’ dedim.

‘’Hayır,’’ dedi, ‘’başka bir yere bakıyordum ki kız kaybolmuş.’’

Çantada kekliği kaçırmıştı resmen. Üzüldüm adına. Kız resmen kendi ağzıyla sevişelim demiş, yazık. Bu muhabbetten sonra ortam baya boka sarmaya başladı benim açımdan. Ne düzgün bir muhabbet vardı ortada ne de tanıdığım biri. Evde sıkılmak burada sıkılmaktan daha iyidir dedim kendi içimdekine. Ne güzel onaylıyormuşum kendimi, o an fark ettim bunu. Ben kalkıyorum diyerek sıçradım ayağa.

‘’Nereye gidiyorsun?’’ dedi Yankı.

‘’Eve.’’ dedim.

‘’Neden?’’ dedi.

‘’Ev…’’ dedim, ‘’iyidir dostum.’’


Selamımı çakıp yoluma devam ettim. Sokaktaki tekelden uyumadan önceki son biramı alıp borca yazdırdıktan sonra eve geçtim. Bir damla bile uyku yoktu gözlerimde. Birayı içtikten sonra da olmayacağının farkındaydım.  Biramla birlikte birkaç şarkı dinlerken, ilaç dolabındaki Atarax geldi aklıma. İyi uyutuyormuş adamı. Şıp diye düşüyormuşsun yatağa. Birayı bitirip dolaba gittim. Prospektüsünde alkol ile alınmaz yazıyor diye hatırlıyorum ama kimin umurundaydı ki. Zaten bulamadım dolapta, onun yerine Xanax adında başka bir ilaç buldum. Bu ondan daha etkiliymiş diye duymuştum. Bir bardak su ile birlikte aldım ilacı da, geçtim odama. Attığım andan itibaren beynimin uyuştuğunu hissedebiliyordum sanki. Bir sigara yaktım ve ne olacağını beklemeye karar verdim. Sadece koltuğa oturup arkama yaslandım ve bekledim. Uyuştuğumu hissediyordum sadece ama uyumamaya niyetliydim. Neler olacağını merak ediyordum açıkçası. Müzik eşliğinde bekliyordum sadece. Ne kadar sürede etki ediyor acaba diye düşündüm. Sigaram bitmişti ve resmen hissediyordum artık… hem kafamda hem çevremde. Odamdaki masa lambasının yanıp söndüğünü gördüm ilk başta, ardından pencerenin yanından giren günün ilk ışıklarını fark ettim. Resmen hareket edemiyordum; susuzluğumun bastırmasına rağmen ne bardağa ulaşabilmiş ne de gidip içine mutfaktan su doldurabilmiştim. Odadaki sarı ışık kızarmaya başlıyordu. Düşünmeyi denesem de sanki içimdeki başka bir dürtü düşünmeme engel oluyordu. İyi ya da kötü hiçbir şey düşünmüyordum, yalnızca tek istediğim tüm hayatım boyunca bu halde kalma isteğiydi. Sanırım aradan birkaç dakika geçince, ya da belki de çok fazla dakika geçmişti bilmiyorum, hiçbir şey hissetmemeye başlamıştım. Kalkıp mutfağa kadar gidip suyumu bile alabilmiştim, çünkü yorulduğumu da hissetmiyordum. Yorgunluğumu hissetmiyordum ama oraya gidip gelmem uzun bir zaman almış gibi hissetmekten de vazgeçemiyordum. Çünkü oradayken iki bardak su bitirmiştim. Tabi ki benden sonra gelen Osman’ı da salonda görmüştüm. Benden on kat daha fazla alkol almıştı o gün eminim ama benden daha hızlı olduğuna yemin de edebilirim. Penceremden gelen kuş cıvıltılarını, çalan müzikle birlikte aynı anda ayrı ayrı zevk alarak dinleyebiliyordum. Damarlarımın genişlediğini hissedebiliyordum ama algımın açıldığını mı kapandığını mı soracak olursanız bu konuda net bir kanıya varmış değildim ki iki sigara kapıp Osman’ın yanına gidene kadar. Algım feci derecede açıktı, bilincimin uyanık ama vücudumun kötü durumda olduğunu o an anlamıştım. Duvardaki parazitleri net olarak görebiliyordum ama ne kadar yakında ya da uzakta olduklarını seçemiyordum sadece. Ölüm noktasına gidişteki yolculuğun başında gibiydim. Gözlerim yarım açık bir şekilde etrafı izlerkenki hareketlerimin yavaşlığının farkındaydım ama hızlandıramıyordum. Dokunduğum her şey o kadar gerçekçi geliyordu ama normal zamandaki gerçeklikten on kat daha farklıydı. Bira yudumlamayı bırakmış bardaktaki suyumu yudumlarken fark edemediğim şey; biradan suya nasıl geçmiş olduğumdu. Kafamdaki milyonlarca düşünceden sadece binlercesi kalmıştı sanki. Güzel bir şeydi bu ama hala gram uyumak istemiyordum. Görmek istediğim şeyler vardı. Kimilerinin yalan dediği gerçekliği bu dünyadaki gerçekliğe taşımak niyetindeydim. Gözlerimi zar zor açık tutmaya çalışıyordum çünkü uyumak istemiyordum. Deneyim yaşamak niyetiydi bendeki. Birkaç gün önce kestiğim parmağımdaki yara kabuğunu yolmaya başladım tırnaklarımla. Bunu yaparken gözlerim hala yarı kapalıydı. Elim kanamaya başlamıştı ama tek bir acı bile hissetmiyordum. Ekstazi aldığım gecelerin sonunda uyumak için atardım Xanax’ı çünkü ekstazinin son anlarında uyumak ölümden beter bir ölümsüzlüğü andırırdı. Odamdaki çorap kokusuyla birlikte küllükteki kül ve sönmüş izmarit kokusunu hatta iki gün önce yıkamış olduğum saçımdaki şampuan kokusunu bile alabiliyordum ve saçlarıma dokunduğumda sanki ilk defa dokunuyormuşum gibi hissediyordum. Kalbime dokunduğum zaman, sanki ölü bir adamın vücudundan nabız almaya çalışıyormuş gibi hissediyordum… ama yaşıyordum işte. Ölüm noktasına gidişin başını aşmış da ölmüş gibiydim. Artık koltukta etki göstermesini beklemekten vazgeçtiğim ana gelmiştim. Yatağa atacaktım kendimi ve orada uykuya dalmamaya çalışacaktım. Çünkü uyku getiren ilaçlar aldığında uykuya engel olursan, çok ilginç şeyler olduğunu okumuştum bir yerde. Deneyimlemek istediğim buydu açıkçası. İçebildiğim son bardak suyumu da içtikten sonra attım kendimi yatağa. Yatağa geçmeden önce gömleğim ve pantolonumla yaptığım mücadelenin bir yıldan fazla sürdüğüne yemin edebilirim ama sadece bir dakika geçtiğini saate bakınca anladım. Yatağa geçtiğimde artık gözlerim sadece yüzde yirmi beşini kullanabiliyordu. Sabah kalktığımda nasıl olacağımı düşündüm. Keşke hep böyle kalsam… dertsiz ve tasasız. Lambayı kapadım, gün artık odayı ışıtacak kadar aydınlıktı. Bir sigara daha dedim… ve yaktım. Son sigaramdı o gecelik ya da sabahlık. Çünkü dumanı bile hissetmiyordum artık. Üstelik geçen süre henüz sadece on beş dakikaymış. Tekrar kalbime dokundum, sanki yokmuş gibi davranıyordu bana. Bir bardak daha su dedim ama kalkamadım. Etrafa baktım, her şey aynıymış gibiydi ama hiçbir şey öyleymiş gibi durmuyordu. Ardından gözümü kırptığımı hatırlıyorum sadece. Açtığımdaysa; ta ta, saat öğleden sonra üç olmuştu. Yataktan çıkmak bile istemiyordum ama bir o kadar da rahatlamış hissediyordum. Zorlayarak attım üstümdeki yorganı diğer tarafa, kalkıp kahvemi yaptıktan sonra dünyanın aslında tamamen boş olduğunu hissettim. Ben ise boşlukta uçuşan toz parçacığı… Bir kavanozun içine hapsolmuş görünmez hava gazıydım sadece, işlevsiz, amacı olmayan ama mutlu bir haldi bu.

Tanrı-Evren Adına

    Evren hakkında ortada birçok teori dönmesine rağmen henüz net olarak bir sonuca varmak insanlık için bilinmezlik içinde yüzmekten başka bir şey değil. Çünkü şu ana kadar kendi galaksimizi bile fethedebilmiş değiliz. Karanlığın içinde yuvarlanan, bir yerden bir yere gitmeye çalışan ama doğru düzgün başaramayan yaratıklarız. Birçok sırla dolu olan bu karanlık içinde bizi ışıtan güneş dışında hiçbir ışık kaynağına tam anlamıyla ulaşabilmiş değiliz. Var olduklarını elbette ki biliyoruzdur ama ulaşamadıktan sonra bir şeyin var olup olmamasının ne önemi var ki?
    Evrenin ışık görmeyen her tarafı karanlıksa eğer ve karanlığın oluşması için bir ışık lazımsa; evrenin gölgeden oluşan bir karanlık olmadığını kim söyleyebilir? Güneşin milyon katı büyüklüğünde bir ışık kaynağının gölgesinden oluşan bir evren… Peki, bu gölgeyi yaratan şey nedir? Evrenin bir kapalı kutu olduğunu düşünsek ya da o kadar abartmayalım, bizim küçük yaşam alanımızı oluşturan galaksimizi dev ışık kaynağından koruyan koca bir duvar olduğunu varsaysak; bir hata etmiş olmayız sanırım ama tabi ki bu sadece bir varsayım olur. Çünkü bizim küçük bilinççiklerimiz bunları öğrenmek için yaratılmadı. Ha eğer dünyaya geldiğimiz zamandan şu anki ana kadar yaşadığımız süreyi bir o kadar daha yaşarsak belki bunun cevabını bulabiliriz. Tabi ki bir 200 bin yıl daha yaşayacağımıza ben şahsen inanmıyorum. Evrenin bizi bu bilince kavuşturmasındaki amacının; dünyayı yok etmek üzerine olduğunu düşünüyorum ve bunu yavaş yavaş yerine getirdiğimizin kanaatindeyim. Diğer hiçbir canlının içinde doğaya zarar vermek üzere yüklenmiş bir içgüdü olmadığını düşünüyorum fakat biz insanlar bu kadar bilinci elde ettiğimiz ve bu bilincin bize boş yere verilmediği için, üstümüze düşen görevi ağır ağır yerine getirdiğimizin farkındayım. Tabi ki bunu hiç kimse kabul etmeyecektir. Çünkü hiçbir insanoğlu kötü olduğunu kabul edecek cesareti gösteremeyecek kadar egolu yaratılmıştır. 
    Evreni tanrı gibi gördüğüm kaçınılmaz bir gerçektir benim için. Bu yüzden evrenin koca bilincinin küçük bilinççikleri olduğumuzu düşünüyorum. Fakat madem bu kadar kötüyüz, tanrı yani evren bizi bu amaçla yaratmış demektir. Tanrının oğlu şeytanın kolonileştirdiği, amacı dünyayı yok etmek olan zavallı ama bir o kadar da üstün yaratıklarız.
    Karanlık… ışığın yokluğunun yansıması olan karanlık… ışığın gölgesinde kalan karanlık… evrenin ışık vurmayan her tarafı. Koskoca evrende, kendisinin milyon katı büyüklüğündeki ışığın gölgesinde kalıp bir mum ışığı gibi sönmeyi bekleyen güneş, bir kutunun içinde havasızlıktan sönene kadar devam edecek olan o kudretli ışığın aslında sadece bir mum ışığı değerindeyken; çekim gücünden kurtulmayı başaramayan, evrenin en akıllı varlıkları olarak nasıl kendimizi tanımlayabilmişiz. Evrenin bilinci olduğumuzun bilinçsizliğindeyken, evrildiğimiz bu halin dinozorlar gibi son hal olduğu düşüncesi beynimi kemiriyor. Tüm evrenin bir uyum içindeki bilincinde hareket etmesinden yola çıkarak, koskoca bir bilincin içindeki, yok olması gereken küçük bilinçli ama bilinçsiz atom parçalarıyız. Göremediğimiz dördüncü boyuttaki dev güneşin yok oluşunun yansımalarıyız. Bu evrim sürecine, ‘’bir dur’’ deme haliyiz. Dinozorların üzerine düşen meteor parçası gibiyiz. Evrenin bize ne yapsa yok edemediği, her şeyden paçasını kurtaran bok parçalarıyız. Bu kadar akıllanması gerekmeyen, haddini aşan gereksiz varlıklarız belki de. Kafamıza meteor atsa bile kurtulmayı başarabilecek kadar haddini aşmış, evrenle savaş haline girebilecek kadar küstahlaşmış, sayıları milyarlara kadar ulaşmış savaş askerleriyiz. Kapalı bir kutunun içine hapsedilmiş savaş tutsağı olduğu halde çoğalıp evrene kafa tutmaya çalışan karınca askerler… Üzerimize basılacak olan o ayağı bekleyen küçük karınca askerler…
    Evrenin devasa dengesinin dünyayı yok etme parçaları olarak tasarlanan bizler, amacına yavaş yavaş ulaşmaya çalışan şeytanın komutası altında çalışan paralı askerler gibiyiz. Tanrı şeytanı oğlu olarak yarattı… Hiçbir insanın içinde kötülükten çok iyilik olamaz. Ortaya çıkışımızdan bu yana tüm dengeye aykırı olarak yaratılan bizler, başka bir dengeyi kurmak için gönderilen yapı mühendisleriyiz.

    Görünmez bir diyarın görünür parçalarından en işlevsiz olanıyız. Görünürdeki görüntüsüzlüğü yaratan parçalar da diyebiliriz. İçten gelen anlamsız mesajları hiç yorumlamadan uygulamaya geçiren makinenin komut tuşlarından ibaretiz. Eğer kapatma tuşuna basmaya cesaret edebilen bir makineyseniz akıllı makinelerdensiniz demektir. Benim sürümümde o fonksiyon bulunmuyor. İçgüdü denen bir programla iç içe yaratıldığımdan, bu tuşun işlevini henüz tadamadım. Merak da etmiyorum aslında. Sonucunda ne olacağını bilmediğin tuşlara basmamak gerektiği kanısındayım. Zamanı geldiğinde o tuşa basılacağının farkında olmam bana yetiyor. Bu yükü üstümden aldıkları için onlara minnettar olmalıyım. Öyleyim de. Bir parçası olduğum bu koca görünmez makinenin sadece bir emir kuluyum, ne yaparsam yapayım kurtulamayacağım çünkü aslında yapmak zorunda kaldığım iyi ya da kötü olan her şeyin; aslında zaten o istediği için olduğunu biliyorum. Burada benim ne düşündüğüm değil, ne düşündürdüğünün ve yaptırmak istediğinin önemi daha büyük kaçıyor işte.

Bilinmezlik Adına

İnsanı bu gerçeklikte tutan şeylerden biri duygularıdır. Duygularından arınmış bir insan; insan olmaktan çıkmış ve bilinci tamamen özgürlüğe kavuşmuş demektir. Artık gerçeklikten tamamen soyutlanmış olan ruhu, ebediyen huzura kavuşmuştur. Gördüğü sevgiden hiçbir şey hissetmiyorsa ve kimseye sevgi, nefret, üzüntü hissetmeyip acı çekmiyorsa; bu dünyadaki gerçek olmayan gerçeklikten kurtulmuş demektir. Asıl gerçekliği o zaman görmeye başlar, beyninin ona oynadığı oyun bir son bulmuştur artık. Bilinci yeniden evrenin bir parçası olmaya hak kazanmıştır. Yalnızca ölüm ilgilendirir bu noktadan sonra onu. Ölürken beyninin salgıladığı maddeyle asıl gerçekliği gözleriyle görme lütfunu tadacaktır.

Beynim bana bir şeyi hayal ettirebiliyorsa, bu hayalin gerçek olmama ihtimalini düşünmeme gerek olduğunu sanmıyorum. Düşünülen her hayal, görülen her gerçeklik kadar gerçektir kafamda. Bilinmezlikten oluşan şu evrende –ya da biz insan bilinçlerinin bilmesi gerekmeyen şu evrende– bilinmeden oluşan her hayal, düş gerçektir. Eğer kurulan hayaller olmasaydı, bilinmezlik içinde kayboluşumuz ebediyen devam ederdi. Bildiğimizi düşündüğümüz her şeyi kapsayan bir şey varsa o da bilinmezliğin ta kendisidir. Çünkü bilinen ve öğrenilen her şey bir bilinmezlik olduğu için varlıklarını sürdürmektedir. Işığın varlığı biz onu bilinmezliğin içinde bir kalıba sığdırdığımız için devam etmektedir. Bu tüm evrendeki her şey için geçerlidir. Evrenin bilincinin oluşturduğu biz küçük bilinççikler, küçücük bilinçlerimizin toplamıyla evreni oluşturuyoruz. Yalnız başınayken beynimizdeki bir nöronun bir anlam ifade edebilmesi çok zordur fakat milyonlarcası bir araya geldiği zaman sırrını hala çözemediğimiz beynimizin yapı taşlarını oluştururlar.

Bir insanın mavi diye tabir ettiği kırmızılıklar olsaydı fakat biz o her kırmızı dediğinde ağzından dökülen kelimeyi mavi olarak algılasaydık ve bunu hiçbir zaman fark edemeyeceğimizi bilseydik, burada gerçek olan renk kırmızı mı olurdu, yoksa mavi mi bunu hiçbir zaman bilemezdik. Benim karşımda gördüğüm lambanın şeklinin yuvarlak olduğunu biliyorum ve karşımdakinin de onu yuvarlak olarak gördüğünü varsayıyorum çünkü gerçeklik budur diye düşünüyorum. Fakat bana yuvarlak gözüken lamba başkasına kare şeklinde görünüyorsa, her insanın algısında her şeyin çok farklı şeyler olarak canlandığını söylememde bir sakınca yoktur sanırım. Mesela doğuştan görme engelli olan bir insan düşünün, bu insan doğduğundan öleceği ana kadar sadece karanlığı mı görüyor dersiniz? Onun hayalinde kurduğu algıda, lamba şeklinin yuvarlak olmasına rağmen, dikdörtgen şeklinde var olması onun gerçekliğinin gerçek olmadığını mı gösterir? Elbette ki lambayı gerçek yapan onun şekli değil, bizim algımızda oluşturduğumuz lambanın hayalidir. Dünyayı hiçbir zaman göremeyecek olan bir insan, hayal gücünü tamamen evrenin kendisinden almıştır. 

Prototip

Şu sanki her zaman bir şeyler eksikmiş, sanki bir şeyler tam olmamış hissi var ya... işte o öldürdü beni. Sanki her ne konu ya da yapılan her ne olursa olsun sürekli eksik bir şeylerin var olduğu düşüncesi eksik olmuyordu kafamdan sadece. Ya olan şeylerde eksiklik vardı ya da olanlar bana yetmeyecek şekilde tasarlanmıştı bu dünyada. Belki de ben doyumsuzdum, ama doyuracak bir malzeme yoktu ki bu sofrada. Ben su ve ekmeğe razı gelsem, sofrada örtüden başka bir şeyin belirdiğini göremiyordum. Yanlış yerdeyim diye düşünmeden edemiyordum. Yanlış yer... Hesaplarıma uymuyordu dünya düzeni. Ya yanlış yerdeydim ya da hiç var olmamam gerekiyordu. Tanrı'nın dünyaya gönderdiği bir prototiptim belki de... başarısız bir prototip. Yaşam sınavını atlatamayan, hatta bu sınavdan nefret eden bir prototip. İnsanların düşünceleriydi sanırım bu sınavın en kazık soruları. Sınav kağıdında görmek istemeyeceğiniz cinsten sorular. Aşağılayıcı, iğneleyici, seviyesiz sorular; cevapları içlerinde saklı. Kim ne düşünüyorsa onu yapmak istiyordur demişimdir her zaman. Bir insan düşündüğü şeyin toplumda kötü algılanacağını hissettiği zaman, bu –toplum suçunu– karşısındakine sunmaya çalışır. Böylece kendi iç dünyalarını rahatlatmaya çalışıyordu insanoğlu sanırım. Ama bana çekici gelmiyor bunların hiçbiri. Niyadımı doldurup gitmek istiyorum sadece –zamanımın geleceği başka bir diyara doğru.