Uzun zamandır yazmıyordum doğru
düzgün; şöyle biramı açıp, rahat rahat oturup tuşlara basarken yazmanın verdiği
o uyuşturucu kafasını yaşayarak. Daha doğrusu yazamıyordum sanırım. Çünkü
rahatlık denen varoluş hayatımda var olmamaya başlamıştı artık. Yaş olmuş yirmi
iki, okulun bir boşluk olduğunu anlayıp okulu bırakmışsın, artık kafanı yoran
şeyin seni hayatta tutmaya yarayan parayı kazanmak olduğunun tek çıkar yol
olduğu bir döneme girmişsin. Kendime söylüyorum tabi ki bunları. Eskiden olsa
avla bir mamut ye, kafan rahat kalsın. Tabi avlayacak mamut bırakmadığımız için
şu koca dünyada kapitalizm denen uydurmayı yaratmışız kendi beyin gücümüzle.
Kendi çabalarımızla üretebildiğimiz besin kaynaklarını üretmeye devam ederken
yok olanları tınlamayarak para karşılığı ürettiklerimizi üretenlere satarak
dönen bir dünya yaratmışız. Harbiden hayret ederim, bir türün ortaya çıkması
zorlu dönemlerden geçerken neden başka bir türün o türü yok etmesi bu kadar
kolay olabiliyor? Ya da o türü yok eden tür o türden daha mı çok yaşamayı hak
ediyor? Bence ölümlerle varlığını sürdüren bu dünyada; zalimlik, gaddarlık,
kötülük dışında bir egemenlik varlığını sürdüremez. Her yazın kötülüğün
temellerine dayanıyor dersiniz belki ama ben iyi olduğu halde kötülüğü savunan
bir insan olarak tanımlıyorum kendimi ya da dünyanın işleyişini açık bir gözle
görebiliyorum ama sesimi çıkaramıyorum diyeyim. Her neyse artık insanlık adına
düşünmemeyi yeğliyorum kendimce çünkü artık kendi tanımımı kendimce
değiştirmeye karar verdim. E bunu yapmak için de kendimi değiştirmem
gerekiyordu. Ben de artık o kötü olduğu halde iyi görünenlerin tarafında olmaya
karar verdim. Biraz bencilce bir davranış belki ama bu dünyadaki tüm insanlar
bunu hak ediyor. Çünkü iyiyim diyen de kötü oluyor, kötüyüm diyenler zaten kötülükte
master yapmış ama iyilikte master yapanına pek rastladığım söylenemez. Bu yazıyı birazcık yarım kesiyorum iyi geceler birazcık düşünün...
İlk başta kendimden başlamayı düşünüyordum da, sonra neden kendimi koşullandırıyorum ki diye düşündüm. Eğer bunu düşünmeseydim girişte saçmalık dolu şeyler olmayacaktı belki de. Hep böyle saçma düşünen bir kişiliğim vardır işte. Buna rağmen kendimden bahsetmiş oldum. Burada kendi düşündüğüm (ne kadar saçma ya da gerçek önemli değil) şeyleri yazacağım.
27 Eylül 2016 Salı
18 Eylül 2016 Pazar
...
Uykusuzluk... Uyumak isteyip de uyuyamamak ya da bunun olacağını bildiğin halde her şeye rağmen her şeyi göze almak. Parmaklarının işlevlerini tam anlamıyla yerine getirememesi ve hissiyatsızlık. Aniden hızlanıp aniden yavaşlayan kalp atışları. İçine çektiğin her dumanda büyüdüğünü hissettiğin et parçaları. Hareket etmekten kendini alamayıp en sonunda güçsüz ve takatsiz düştüğün durumlar. Hoşuna gidiyormuş gibi gelen ama birden bire aslında bok gibi hissettiğin bir durum. Söylemek istediğin ama söylediğin an büyüsünün bozulacağını bildiğin durumlar. Yarı yarıya kumarının oynandığı hayat yarışının içinde hapsolmuşluk hissi. Buna rağmen hiçbir şey söylemesen bile iki seçenekten birini seçmiş olma durumun. Seçim yapmadan seçilmiş bir kumar oyununun sonuçlarına katlanmak zorunda kalmak. Elinde son bir kozunun bile olmayışı. Gerçek olmasa da hissedebildiğin ve beyninin en uç noktalarını bile kemiren gerçek dışı konularla kendini kandırmacalar. Çevreni öyle sarmışlar ki hareket edecek, tek bir adım atacak yerinin kalmadığını hissetmek. Artık seni bir seçim yapmaya zorlayan oyunun bir parçası. Yüksek bir yerden atlama seçeneği... Zorluklara sırtını dönüp tüm işlevini sonsuza kadar yok etme seçeneği... Pillerini kendi ellerinle söküp çöpe atma isteği... Açlık... ama yemek yiyememek ya da bunun olacağını bildiğin halde her şeye rağmen her şeyi göze almak. Gözlerinin ne tam açık kalabilmesini ne de tam kapalı fonksiyonda durabilmesini sağlayamamak. Algıların bir süre sonra kapanmak isteyip kapanamaması. Vücudunun kontrolünün elinden alınması. Boktan durumların algoritmasıdır bunlar. Tüm güzel şeylerin ardında bıraktığı kötülüklerin sonuçlarında; yaşamak isteyip de yaşayamamak...
3 Eylül 2016 Cumartesi
Güvensizlik
Güvensizlikle doluydu vücudumun her bir hücresi. Öyle bir
güvensizlik ki bu, sadece beni değil tüm insanlığı sardığına yemin edebilirim.
Buydu bence nedeni eve gelen misafirin kapıya kadar geçirilmesinin ya da evden
çıktığınızda yabancı bir insanın evde bulunmasını istememenizin. Çünkü kötülük
anında ele geçiriverirdi insanın beynini. Düşkündük kötü diye tabir ettiğimiz
her şeyi yapmaya. Bir junky’e çevirirdi kötülük insanları. Önce bir kere
yaparsınız, baktınız kimse çakmıyor zaten, bir daha yaparsınız. İçten içe
yapardık ama bu kötülükleri, kimsenin işitmesine izin vermezdik. Biri bunu fark
ettiği ya da gördüğü zaman direk ifşa etmeye kalkışırdı çünkü sizi. Bunun
nedeni de kendi iç kötülüğünü dış dünyaya iyiymiş gibi gösterme çabasıydı onun.
Kendini aklama çabasıydı. Kötülüğünü örtbas etme çabası… Başka birini kötü
gösterdiği her an kendi kötülüğünden bir şey eksilecekmiş gibi hisseder insan.
Bu lanet kaderimize yazılan bir aşağılanmadan ibaret değil de nedir ki? Belki
de bir lütuftur bu kim bilebilir? Yaradılışımızdaki amacın ne olduğunu bilmeden
içimizde yaşadığımız şeylerin yanlış ve kötü olduğunu kim söyleyebilir? Belki
de kötülüğü göz göre göre yapmamız için birinin çıkıp bizim iyiliksever
yaratıklar olduğumuzu söylemesini beklemişizdir. Ne bir şey paylaşmaya gönlümüz
vardır ne de bizim olanı insanların kullanmasını görmemize. Hani kendi
paranızla satın aldığınız bir şeye başka bir insan gelip dokunur ya, hah, işte
demek istediğim hissettiğiniz o saçma sapan hislerinizin gerçek olmadığını kim
söyleyebilir? Paylaşmamak için yaratılmış içgüdülerimizi paylaşma yolunda
değiştirmeye çalışmamız ne büyük saçmalıktır bizim için. Diyeceksiniz ki, ben
paylaşırım her şeyimi gerekli gördüğüm her insanla. İşte burada yanıldığınızı
belirtmeliyim. Bunu dördüncü ya da beşinci kez yaptığınızda insanların sizi
enayi ve aptal yerine koyduğunu düşüneceksiniz. Çünkü içinizde yatan o kötülük
dürtüsü sizin bedeninize batan bir iğne gibi sokup duracaktır. Doğrudur da
söylediği şeyler. Çünkü diğer insanlar sizi aptal yerine koymaya çalışıyordur.
Çünkü hepsinin içindeki kötülüğü ne yönde kullandığını kimse bilemez. İnsanın
şu dünyaya geldiğinden beri ne zaman iyilik yaptığını görmüşsünüzdür; sonsuza
dek?
Boşluğun Efendisi
Gün aşırı derece boş geçmişti. O kadar boştu ki günün
neredeyse 9 saatini bilgisayar ekranına bakıp dizi izleyerek geçirmiştim.
Dizinin final bölümünün son 5 dakikası kalmıştı ki kapı çaldı. Saat gece 2
civarıydı, gelen Osman’dı. Kapıyı açtığımda benden yaklaşık üç kat daha büyük
vücuduyla içeri daldı. Tam o anda elinde anahtar olduğunu gördüm. Anahtarı ev
arkadaşım paspasın altına koymuş ki Osman zili çalmadan içeri girebilsin.
‘’Hey,’’ dedim, ‘’madem anahtarın var neden zili
çalıyorsun?’’
‘’Anahtarın paspasın altında olduğunu zili çaldıktan sonra
öğrendim.’’ diyerek savunmaya geçti.
Bir şey diyemedim tabi. Naim, ev
arkadaşım, ona mesaj atmış anahtarın paspasın altında olduğunu ama o mesajı
zili çaldıktan sonra okumuş. Her neyse, elinde bira bana bakarken, onunla
dışarı çıkmamı önerdi. Zaten evde kafayı yemek üzereydim. Dışarıda birkaç bira
içip kafa dağıtmak iyi gelir diye düşündüm. Sırayla tuvalete geçip işedikten
sonra dışarı çıktık. Birilerini aradı telefondan, büyük parka çağırdı. Biz de
oraya gidecektik sanırım. Zaten evden iki sokak ötedeydi. Gitmeden önce
cebimdeki son kuruşlarla bira ve sigara almaya giderken iki arkadaşını daha
gördük. ‘’Ne çok arkadaşı var!’’ diye geçirdim kafamdan. Selam bile vermeden markete
geçtim. Çıktıktan sonrasında birlikte yürümeye başlamıştık bile, onlar da büyük
parka gidiyormuş. Aman ne büyük tesadüf dedim kendime. Yürümeye başladıktan beş
dakika sonra tanıştırmak için seslendi Osman,
‘’Bu arada bu arkadaşım Sercan.’’
‘’Oh selam,’’ dedim sanki daha 3 saniye önce görmüşüm gibi
davranarak, ‘’memnun oldum.’’
İsimlerini hala hatırlamıyorum. Büyük parka geçtiğimizde
çimlerin üstünde oturan kalabalık bir grubun yanına oturduk. Keşke evde
kalsaydım diye düşündüm. Tek birini bile tanımıyordum. Ortada saçma sapan
muhabbet döndürmeye çalışıp döndüremeyen bir grup sarhoş gençti bunlar. İçmeye
bayılırım ama henüz o günkü ilk biramı içmeye başlarken böyle bir ortama
katılmak çekilmez olurdu benim için. Neyse ki can dostum sokak köpeklerinden
biri ordaydı, onu görünce direk yanına gittim. Çenesinin altındaki tüyleri
okşamaya başladım. İlk başta benden korkmasına rağmen ona yumuşak davrandığımı
görünce sevmişti beni. Siyahlı beyazlı yaklaşık bir yaşındaydı. Onu
okşayışımdan o kadar hoşlanmıştı ki, elimi çektiğimde resmen beni sev diye yalvarıyordu
bana. Biraz daha sevdikten sonra Osmanların yanına geçmek için kalktım yanından
köpeğin. Gruptaki sarışın kendini beğenmiş kız herkesle konuşmaya çalışıyordu.
Kafasının güzelliği davranışlarından o kadar net anlaşılırken, normalmiş gibi
rol yapmayı iyi becerdiğini sanıyordu kendince. Herkese tek tek okuduğu bölümü
sormaya başladı. Sıra bana gelmişti.
‘’Ya sen ne okuyorsun?’’ dedi.
‘’Okumuyorum.’’ dedim alaycı bir ses tonuyla.
‘’Güzel, bir meslek sahibi olacaksın en azından.’’ dedi.
Okuyordum aslında ama sadece o an tanımadığım bir insanla
muhabbete girmek istemiyordum. Dışarı çıkmamım nedeni tanıdığım bir insanla
konuşmak ve bir iki bira içmekti. Her neyse sarışını bu sorular kesmemişti
anlaşılan. Nereli olduğumuzu sormaya başladı teker teker. Herkes cevapladı.
Bana sordu, Antakyalı olduğumu söyledim. Sonrasında Osman ona nereli olduğunu
sorunca, ‘’Sence nereliyim?’’ diye sormaya başladı bu kez herkese. Sarhoştu ve
egosu normalinden on kat daha fazla işliyordu kafasında. Herkes bir tahminde
bulundu. Soruları dönüp dolaşıp bana geliyordu. Bana sorduğunda, ‘’Bana ne
senin nereli olduğundan.’’ dedim. Kabul ediyorum biraz kaba bir davranıştı ama
tanımadığım biriyle konuşmak istemiyordu canım o gün. Bu muhabbetten beş dakika
sonra topluca kalktılar zaten.
‘’Sadece eğleniyordum, niyetim sizi kızdırmak değildi,’’
dedi kalkarken suçlu bir duyguyla ama hala bir o kadar egoluydu, ‘’Karadenizli
olduğumdan söylüyorum bunu, oralı insanları yanlış tanıyın istemem.’’ diye
devam edince anlamıştım bunu.
Onlar gidince üç kişi kalmıştık, Osman ben ve Yankı.
Yankı’yı tanıyordum, Osman’ın bölümünden bir üst sınıf öğrencisiydi. Elektronik
mühendisliği okuyorlardı. Osman kadar iri olmasa da benim iki katım vardı yine
de ya da ben aşırı derece ufaktım sanırım. Birer sigara yaktık, benim siyahlı
köpek yine gelmişti yanıma. Biraz daha sevdikten sonra Yankı’ya yolladım biraz
da o sevsin diye. O köpeği severken yolda Osman’ın tanıştırdığı iki kişi
yanımıza gelip oturdular, onların ardından iki kişi daha geldi. Yabancılardan kurtulamayacağım
sanırım bu gece diye düşündüm. Oturanlardan biri kızdı, sigarası olan var mı
diye sorunca ona da bir sigara uzattım. Tütün harici normal sigara bulununca
ortamda, sevindi biraz. Son paramla aldığımı söyleseydim geri çevirir miydi
asla bilemeyecektim tabi ki.
Sigaramı söndürüp ikincisini yaktığımda, Yankı bir şeyler
anlatıyordu. Onda da vardı biraz kendini övme çabası. Hiç sevmezdim bu
durumdaki insanları. Neyse, madem buradayım, ortama katılayım bari diye
düşünerek dinledim muhabbeti.
‘’Geçen bir kız en son ne zaman seviştin diye sordu bana,’’
dedi Yankı, ‘’hatırlamıyorum dedim.’’
‘’İlerleyen yarım saat içinde deseydin turnayı gözünden
vurmuştun.’’ dedim.
‘’Hahaha,’’ dedi Yankı, ‘’sonra ben de ona sordum o da
hatırlamıyormuş.’’
‘’Seviştiniz mi sadede gel bence.’’ dedim.
‘’Hayır,’’ dedi, ‘’başka bir yere bakıyordum ki kız
kaybolmuş.’’
Çantada kekliği kaçırmıştı resmen. Üzüldüm adına. Kız resmen
kendi ağzıyla sevişelim demiş, yazık. Bu muhabbetten sonra ortam baya boka
sarmaya başladı benim açımdan. Ne düzgün bir muhabbet vardı ortada ne de
tanıdığım biri. Evde sıkılmak burada sıkılmaktan daha iyidir dedim kendi
içimdekine. Ne güzel onaylıyormuşum kendimi, o an fark ettim bunu. Ben
kalkıyorum diyerek sıçradım ayağa.
‘’Nereye gidiyorsun?’’ dedi Yankı.
‘’Eve.’’ dedim.
‘’Neden?’’ dedi.
‘’Ev…’’ dedim, ‘’iyidir dostum.’’
Selamımı çakıp yoluma devam ettim. Sokaktaki tekelden
uyumadan önceki son biramı alıp borca yazdırdıktan sonra eve geçtim. Bir damla
bile uyku yoktu gözlerimde. Birayı içtikten sonra da olmayacağının
farkındaydım. Biramla birlikte birkaç
şarkı dinlerken, ilaç dolabındaki Atarax geldi aklıma. İyi uyutuyormuş adamı.
Şıp diye düşüyormuşsun yatağa. Birayı bitirip dolaba gittim. Prospektüsünde
alkol ile alınmaz yazıyor diye hatırlıyorum ama kimin umurundaydı ki. Zaten bulamadım
dolapta, onun yerine Xanax adında başka bir ilaç buldum. Bu ondan daha
etkiliymiş diye duymuştum. Bir bardak su ile birlikte aldım ilacı da, geçtim
odama. Attığım andan itibaren beynimin uyuştuğunu hissedebiliyordum sanki. Bir
sigara yaktım ve ne olacağını beklemeye karar verdim. Sadece koltuğa oturup
arkama yaslandım ve bekledim. Uyuştuğumu hissediyordum sadece ama uyumamaya
niyetliydim. Neler olacağını merak ediyordum açıkçası. Müzik eşliğinde
bekliyordum sadece. Ne kadar sürede etki ediyor acaba diye düşündüm. Sigaram
bitmişti ve resmen hissediyordum artık… hem kafamda hem çevremde. Odamdaki masa
lambasının yanıp söndüğünü gördüm ilk başta, ardından pencerenin yanından giren
günün ilk ışıklarını fark ettim. Resmen hareket edemiyordum; susuzluğumun
bastırmasına rağmen ne bardağa ulaşabilmiş ne de gidip içine mutfaktan su
doldurabilmiştim. Odadaki sarı ışık kızarmaya başlıyordu. Düşünmeyi denesem de
sanki içimdeki başka bir dürtü düşünmeme engel oluyordu. İyi ya da kötü hiçbir
şey düşünmüyordum, yalnızca tek istediğim tüm hayatım boyunca bu halde kalma
isteğiydi. Sanırım aradan birkaç dakika geçince, ya da belki de çok fazla
dakika geçmişti bilmiyorum, hiçbir şey hissetmemeye başlamıştım. Kalkıp mutfağa
kadar gidip suyumu bile alabilmiştim, çünkü yorulduğumu da hissetmiyordum. Yorgunluğumu
hissetmiyordum ama oraya gidip gelmem uzun bir zaman almış gibi hissetmekten de
vazgeçemiyordum. Çünkü oradayken iki bardak su bitirmiştim. Tabi ki benden
sonra gelen Osman’ı da salonda görmüştüm. Benden on kat daha fazla alkol
almıştı o gün eminim ama benden daha hızlı olduğuna yemin de edebilirim.
Penceremden gelen kuş cıvıltılarını, çalan müzikle birlikte aynı anda ayrı ayrı
zevk alarak dinleyebiliyordum. Damarlarımın genişlediğini hissedebiliyordum ama
algımın açıldığını mı kapandığını mı soracak olursanız bu konuda net bir kanıya
varmış değildim ki iki sigara kapıp Osman’ın yanına gidene kadar. Algım feci
derecede açıktı, bilincimin uyanık ama vücudumun kötü durumda olduğunu o an
anlamıştım. Duvardaki parazitleri net olarak görebiliyordum ama ne kadar
yakında ya da uzakta olduklarını seçemiyordum sadece. Ölüm noktasına gidişteki
yolculuğun başında gibiydim. Gözlerim yarım açık bir şekilde etrafı izlerkenki
hareketlerimin yavaşlığının farkındaydım ama hızlandıramıyordum. Dokunduğum her
şey o kadar gerçekçi geliyordu ama normal zamandaki gerçeklikten on kat daha
farklıydı. Bira yudumlamayı bırakmış bardaktaki suyumu yudumlarken fark
edemediğim şey; biradan suya nasıl geçmiş olduğumdu. Kafamdaki milyonlarca
düşünceden sadece binlercesi kalmıştı sanki. Güzel bir şeydi bu ama hala gram
uyumak istemiyordum. Görmek istediğim şeyler vardı. Kimilerinin yalan dediği
gerçekliği bu dünyadaki gerçekliğe taşımak niyetindeydim. Gözlerimi zar zor açık
tutmaya çalışıyordum çünkü uyumak istemiyordum. Deneyim yaşamak niyetiydi
bendeki. Birkaç gün önce kestiğim parmağımdaki yara kabuğunu yolmaya başladım
tırnaklarımla. Bunu yaparken gözlerim hala yarı kapalıydı. Elim kanamaya
başlamıştı ama tek bir acı bile hissetmiyordum. Ekstazi aldığım gecelerin
sonunda uyumak için atardım Xanax’ı çünkü ekstazinin son anlarında uyumak
ölümden beter bir ölümsüzlüğü andırırdı. Odamdaki çorap kokusuyla birlikte
küllükteki kül ve sönmüş izmarit kokusunu hatta iki gün önce yıkamış olduğum
saçımdaki şampuan kokusunu bile alabiliyordum ve saçlarıma dokunduğumda sanki
ilk defa dokunuyormuşum gibi hissediyordum. Kalbime dokunduğum zaman, sanki ölü
bir adamın vücudundan nabız almaya çalışıyormuş gibi hissediyordum… ama
yaşıyordum işte. Ölüm noktasına gidişin başını aşmış da ölmüş gibiydim. Artık
koltukta etki göstermesini beklemekten vazgeçtiğim ana gelmiştim. Yatağa
atacaktım kendimi ve orada uykuya dalmamaya çalışacaktım. Çünkü uyku getiren
ilaçlar aldığında uykuya engel olursan, çok ilginç şeyler olduğunu okumuştum
bir yerde. Deneyimlemek istediğim buydu açıkçası. İçebildiğim son bardak suyumu
da içtikten sonra attım kendimi yatağa. Yatağa geçmeden önce gömleğim ve pantolonumla
yaptığım mücadelenin bir yıldan fazla sürdüğüne yemin edebilirim ama sadece bir
dakika geçtiğini saate bakınca anladım. Yatağa geçtiğimde artık gözlerim sadece
yüzde yirmi beşini kullanabiliyordu. Sabah kalktığımda nasıl olacağımı
düşündüm. Keşke hep böyle kalsam… dertsiz ve tasasız. Lambayı kapadım, gün artık
odayı ışıtacak kadar aydınlıktı. Bir sigara daha dedim… ve yaktım. Son
sigaramdı o gecelik ya da sabahlık. Çünkü dumanı bile hissetmiyordum artık.
Üstelik geçen süre henüz sadece on beş dakikaymış. Tekrar kalbime dokundum,
sanki yokmuş gibi davranıyordu bana. Bir bardak daha su dedim ama kalkamadım.
Etrafa baktım, her şey aynıymış gibiydi ama hiçbir şey öyleymiş gibi
durmuyordu. Ardından gözümü kırptığımı hatırlıyorum sadece. Açtığımdaysa; ta ta,
saat öğleden sonra üç olmuştu. Yataktan çıkmak bile istemiyordum ama bir o
kadar da rahatlamış hissediyordum. Zorlayarak attım üstümdeki yorganı diğer
tarafa, kalkıp kahvemi yaptıktan sonra dünyanın aslında tamamen boş olduğunu
hissettim. Ben ise boşlukta uçuşan toz parçacığı… Bir kavanozun içine hapsolmuş
görünmez hava gazıydım sadece, işlevsiz, amacı olmayan ama mutlu bir haldi bu.
Tanrı-Evren Adına
Evren hakkında
ortada birçok teori dönmesine rağmen henüz net olarak bir sonuca varmak
insanlık için bilinmezlik içinde yüzmekten başka bir şey değil. Çünkü şu ana
kadar kendi galaksimizi bile fethedebilmiş değiliz. Karanlığın içinde
yuvarlanan, bir yerden bir yere gitmeye çalışan ama doğru düzgün başaramayan
yaratıklarız. Birçok sırla dolu olan bu karanlık içinde bizi ışıtan güneş
dışında hiçbir ışık kaynağına tam anlamıyla ulaşabilmiş değiliz. Var
olduklarını elbette ki biliyoruzdur ama ulaşamadıktan sonra bir şeyin var olup
olmamasının ne önemi var ki?
Evrenin ışık
görmeyen her tarafı karanlıksa eğer ve karanlığın oluşması için bir ışık
lazımsa; evrenin gölgeden oluşan bir karanlık olmadığını kim söyleyebilir? Güneşin
milyon katı büyüklüğünde bir ışık kaynağının gölgesinden oluşan bir evren…
Peki, bu gölgeyi yaratan şey nedir? Evrenin bir kapalı kutu olduğunu düşünsek
ya da o kadar abartmayalım, bizim küçük yaşam alanımızı oluşturan galaksimizi
dev ışık kaynağından koruyan koca bir duvar olduğunu varsaysak; bir hata etmiş
olmayız sanırım ama tabi ki bu sadece bir varsayım olur. Çünkü bizim küçük
bilinççiklerimiz bunları öğrenmek için yaratılmadı. Ha eğer dünyaya geldiğimiz
zamandan şu anki ana kadar yaşadığımız süreyi bir o kadar daha yaşarsak belki
bunun cevabını bulabiliriz. Tabi ki bir 200 bin yıl daha yaşayacağımıza ben
şahsen inanmıyorum. Evrenin bizi bu bilince kavuşturmasındaki amacının; dünyayı
yok etmek üzerine olduğunu düşünüyorum ve bunu yavaş yavaş yerine
getirdiğimizin kanaatindeyim. Diğer hiçbir canlının içinde doğaya zarar vermek
üzere yüklenmiş bir içgüdü olmadığını düşünüyorum fakat biz insanlar bu kadar
bilinci elde ettiğimiz ve bu bilincin bize boş yere verilmediği için, üstümüze
düşen görevi ağır ağır yerine getirdiğimizin farkındayım. Tabi ki bunu hiç
kimse kabul etmeyecektir. Çünkü hiçbir insanoğlu kötü olduğunu kabul edecek
cesareti gösteremeyecek kadar egolu yaratılmıştır.
Evreni tanrı gibi
gördüğüm kaçınılmaz bir gerçektir benim için. Bu yüzden evrenin koca bilincinin
küçük bilinççikleri olduğumuzu düşünüyorum. Fakat madem bu kadar kötüyüz, tanrı
yani evren bizi bu amaçla yaratmış demektir. Tanrının oğlu şeytanın
kolonileştirdiği, amacı dünyayı yok etmek olan zavallı ama bir o kadar da üstün
yaratıklarız.
Karanlık… ışığın
yokluğunun yansıması olan karanlık… ışığın gölgesinde kalan karanlık… evrenin
ışık vurmayan her tarafı. Koskoca evrende, kendisinin milyon katı
büyüklüğündeki ışığın gölgesinde kalıp bir mum ışığı gibi sönmeyi bekleyen
güneş, bir kutunun içinde havasızlıktan sönene kadar devam edecek olan o
kudretli ışığın aslında sadece bir mum ışığı değerindeyken; çekim gücünden
kurtulmayı başaramayan, evrenin en akıllı varlıkları olarak nasıl kendimizi
tanımlayabilmişiz. Evrenin bilinci olduğumuzun bilinçsizliğindeyken, evrildiğimiz
bu halin dinozorlar gibi son hal olduğu düşüncesi beynimi kemiriyor. Tüm
evrenin bir uyum içindeki bilincinde hareket etmesinden yola çıkarak, koskoca
bir bilincin içindeki, yok olması gereken küçük bilinçli ama bilinçsiz atom
parçalarıyız. Göremediğimiz dördüncü boyuttaki dev güneşin yok oluşunun
yansımalarıyız. Bu evrim sürecine, ‘’bir dur’’ deme haliyiz. Dinozorların
üzerine düşen meteor parçası gibiyiz. Evrenin bize ne yapsa yok edemediği, her
şeyden paçasını kurtaran bok parçalarıyız. Bu kadar akıllanması gerekmeyen,
haddini aşan gereksiz varlıklarız belki de. Kafamıza meteor atsa bile
kurtulmayı başarabilecek kadar haddini aşmış, evrenle savaş haline girebilecek
kadar küstahlaşmış, sayıları milyarlara kadar ulaşmış savaş askerleriyiz.
Kapalı bir kutunun içine hapsedilmiş savaş tutsağı olduğu halde çoğalıp evrene
kafa tutmaya çalışan karınca askerler… Üzerimize basılacak olan o ayağı
bekleyen küçük karınca askerler…
Evrenin devasa
dengesinin dünyayı yok etme parçaları olarak tasarlanan bizler, amacına yavaş
yavaş ulaşmaya çalışan şeytanın komutası altında çalışan paralı askerler
gibiyiz. Tanrı şeytanı oğlu olarak yarattı… Hiçbir insanın içinde kötülükten
çok iyilik olamaz. Ortaya çıkışımızdan bu yana tüm dengeye aykırı olarak
yaratılan bizler, başka bir dengeyi kurmak için gönderilen yapı
mühendisleriyiz.
Görünmez bir
diyarın görünür parçalarından en işlevsiz olanıyız. Görünürdeki görüntüsüzlüğü
yaratan parçalar da diyebiliriz. İçten gelen anlamsız mesajları hiç
yorumlamadan uygulamaya geçiren makinenin komut tuşlarından ibaretiz. Eğer
kapatma tuşuna basmaya cesaret edebilen bir makineyseniz akıllı
makinelerdensiniz demektir. Benim sürümümde o fonksiyon bulunmuyor. İçgüdü
denen bir programla iç içe yaratıldığımdan, bu tuşun işlevini henüz tadamadım.
Merak da etmiyorum aslında. Sonucunda ne olacağını bilmediğin tuşlara basmamak
gerektiği kanısındayım. Zamanı geldiğinde o tuşa basılacağının farkında olmam
bana yetiyor. Bu yükü üstümden aldıkları için onlara minnettar olmalıyım.
Öyleyim de. Bir parçası olduğum bu koca görünmez makinenin sadece bir emir
kuluyum, ne yaparsam yapayım kurtulamayacağım çünkü aslında yapmak zorunda
kaldığım iyi ya da kötü olan her şeyin; aslında zaten o istediği için olduğunu
biliyorum. Burada benim ne düşündüğüm değil, ne düşündürdüğünün ve yaptırmak
istediğinin önemi daha büyük kaçıyor işte.
Bilinmezlik Adına
İnsanı bu gerçeklikte tutan şeylerden biri duygularıdır.
Duygularından arınmış bir insan; insan olmaktan çıkmış ve bilinci tamamen
özgürlüğe kavuşmuş demektir. Artık gerçeklikten tamamen soyutlanmış olan ruhu,
ebediyen huzura kavuşmuştur. Gördüğü sevgiden hiçbir şey hissetmiyorsa ve
kimseye sevgi, nefret, üzüntü hissetmeyip acı çekmiyorsa; bu dünyadaki gerçek
olmayan gerçeklikten kurtulmuş demektir. Asıl gerçekliği o zaman görmeye
başlar, beyninin ona oynadığı oyun bir son bulmuştur artık. Bilinci yeniden evrenin
bir parçası olmaya hak kazanmıştır. Yalnızca ölüm ilgilendirir bu noktadan
sonra onu. Ölürken beyninin salgıladığı maddeyle asıl gerçekliği gözleriyle
görme lütfunu tadacaktır.
Beynim bana bir şeyi hayal ettirebiliyorsa, bu hayalin gerçek olmama ihtimalini düşünmeme gerek olduğunu sanmıyorum. Düşünülen her hayal, görülen her gerçeklik kadar gerçektir kafamda. Bilinmezlikten oluşan şu evrende –ya da biz insan bilinçlerinin bilmesi gerekmeyen şu evrende– bilinmeden oluşan her hayal, düş gerçektir. Eğer kurulan hayaller olmasaydı, bilinmezlik içinde kayboluşumuz ebediyen devam ederdi. Bildiğimizi düşündüğümüz her şeyi kapsayan bir şey varsa o da bilinmezliğin ta kendisidir. Çünkü bilinen ve öğrenilen her şey bir bilinmezlik olduğu için varlıklarını sürdürmektedir. Işığın varlığı biz onu bilinmezliğin içinde bir kalıba sığdırdığımız için devam etmektedir. Bu tüm evrendeki her şey için geçerlidir. Evrenin bilincinin oluşturduğu biz küçük bilinççikler, küçücük bilinçlerimizin toplamıyla evreni oluşturuyoruz. Yalnız başınayken beynimizdeki bir nöronun bir anlam ifade edebilmesi çok zordur fakat milyonlarcası bir araya geldiği zaman sırrını hala çözemediğimiz beynimizin yapı taşlarını oluştururlar.
Bir insanın mavi diye tabir ettiği kırmızılıklar olsaydı
fakat biz o her kırmızı dediğinde ağzından dökülen kelimeyi mavi olarak
algılasaydık ve bunu hiçbir zaman fark edemeyeceğimizi bilseydik, burada gerçek
olan renk kırmızı mı olurdu, yoksa mavi mi bunu hiçbir zaman bilemezdik. Benim
karşımda gördüğüm lambanın şeklinin yuvarlak olduğunu biliyorum ve
karşımdakinin de onu yuvarlak olarak gördüğünü varsayıyorum çünkü gerçeklik
budur diye düşünüyorum. Fakat bana yuvarlak gözüken lamba başkasına kare
şeklinde görünüyorsa, her insanın algısında her şeyin çok farklı şeyler olarak
canlandığını söylememde bir sakınca yoktur sanırım. Mesela doğuştan görme
engelli olan bir insan düşünün, bu insan doğduğundan öleceği ana kadar sadece
karanlığı mı görüyor dersiniz? Onun hayalinde kurduğu algıda, lamba şeklinin
yuvarlak olmasına rağmen, dikdörtgen şeklinde var olması onun gerçekliğinin
gerçek olmadığını mı gösterir? Elbette ki lambayı gerçek yapan onun şekli
değil, bizim algımızda oluşturduğumuz lambanın hayalidir. Dünyayı hiçbir zaman
göremeyecek olan bir insan, hayal gücünü tamamen evrenin kendisinden almıştır.
Prototip
Şu sanki her zaman bir şeyler eksikmiş, sanki bir şeyler tam olmamış hissi var ya... işte o öldürdü beni. Sanki her ne konu ya da yapılan her ne olursa olsun sürekli eksik bir şeylerin var olduğu düşüncesi eksik olmuyordu kafamdan sadece. Ya olan şeylerde eksiklik vardı ya da olanlar bana yetmeyecek şekilde tasarlanmıştı bu dünyada. Belki de ben doyumsuzdum, ama doyuracak bir malzeme yoktu ki bu sofrada. Ben su ve ekmeğe razı gelsem, sofrada örtüden başka bir şeyin belirdiğini göremiyordum. Yanlış yerdeyim diye düşünmeden edemiyordum. Yanlış yer... Hesaplarıma uymuyordu dünya düzeni. Ya yanlış yerdeydim ya da hiç var olmamam gerekiyordu. Tanrı'nın dünyaya gönderdiği bir prototiptim belki de... başarısız bir prototip. Yaşam sınavını atlatamayan, hatta bu sınavdan nefret eden bir prototip. İnsanların düşünceleriydi sanırım bu sınavın en kazık soruları. Sınav kağıdında görmek istemeyeceğiniz cinsten sorular. Aşağılayıcı, iğneleyici, seviyesiz sorular; cevapları içlerinde saklı. Kim ne düşünüyorsa onu yapmak istiyordur demişimdir her zaman. Bir insan düşündüğü şeyin toplumda kötü algılanacağını hissettiği zaman, bu –toplum suçunu– karşısındakine sunmaya çalışır. Böylece kendi iç dünyalarını rahatlatmaya çalışıyordu insanoğlu sanırım. Ama bana çekici gelmiyor bunların hiçbiri. Niyadımı doldurup gitmek istiyorum sadece –zamanımın geleceği başka bir diyara doğru.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)