27 Nisan 2016 Çarşamba

Minik Yavru Kedicik

Ellerinin arasındaki yavru bir kedi gibiydi oysa ki, ne nankörlüğü öğrenebilmiş ne hayata bir yerinden tutunabilmeyi. Asaletini kazanamadan yitirmiş bir kedi. Sevdiğin her kedinin bir asaleti olurdu gerçi. İster bir sokak kedisi olsun, ister bir ayağı olmayan bir sokak kedisi, ev kedisi ya da bir ayağı olmayan bir ev kedisi. Düşüncesi, ‘’Beni kim daha güzel seviyorsa ona okşatayım kendimi.’’ olan bir varlığın hastalıklı asaletiydi bu. Tüylerinin kıvrımlarına senin dokunduğunu sanırsın ama bir anlık elini ve ilgini kendinle ilgili olan bir şeye yönelttiğin anda, başka birinin elinin altında görürsün o hastalıklı asaleti. Güvenemeyeceğin bir varlıktır o senin için artık. Bunu anladıktan sonra düşünmeye başlarsın elini çekmemen gerektiğini. Otlağa yalnız gönderemeyeceğin koyun gibiydi o, bir çoban misali kavalınla eşlik etmen gerekirken kurtların arasına gönderdiğin bir koyun. Sen onu bir kurt gördüğünde ne yapılacağını bilen bir koyun sanırken, kendini kurt mahzeninin yolunu bile bile izlerken bulan bir koyun. Onun kurtlar sofrasına düştüğünü öğrendiğin anda aralanmaya başlar gözündeki sis perdesi. Artık görüşlerindeki ne o yavru kedi kalmıştır o andan sonra ne de kendini dönüştürdüğü o koyun. Güvensizliğinin cehaletindeki yok oluşun, tiksintinin verdiği isteksizlik ve hayatının üzerine kurduğun hegemonyanın çöküşü serilir ayaklarının altına sadece.

20 Nisan 2016 Çarşamba

Beyin

    Beynimi çevreleyen, bir beyin daha vardı sanki. Sadece o konuşuyor, sadece o karar veriyordu. İçtekinin gerçek beynim olma olasılığı kafamda olsa dahi, hiçbir şeyi değiştiremezdim. Umursamazdı dışarıdaki onu, tüm kararları kendi verirdi. Bir başka güç tarafından bastırılmış, yontulmuştu sanki kafam. Hayatta sürekli seçimler yapmam lazımdı oysaki. Kaldıramıyordum bunu. Kendi isteklerimi seçemeyeceksem, ne önemi vardı ki yaşamamın? Esir alınmış gibiydi hayatım, tıpkı bir kukla gibi, oradan oraya gitmek zorundaydım. Oynuyorduk hayatı sadece, geri dönüp izleyemeyeceğimiz kadar hızlı bir filmdi hayat. 

19 Nisan 2016 Salı

Adalet

Gerekçeleri yoktu aslında. Suçlamamaları lazımdı insanların birbirini. Suçlamaları lazımsa bir kişiyi, bu kişi kendileri olmalıydı. Kalkıp sormamalıydılar, bir şeyi yanlış yaptıkları için kendilerini ne kadar suçlu hissettiklerini. Çünkü bu, yaptırdıkları için kendilerini suçlu hissetmeleri gerektiği halde dışarıda aramalarıydı cenebelerinin günahlarını. Bunun farkında olmalıydılar. Tek dertleri içip içip kafayı bulmak, olmadık insanlarla olmadık işlere bulaşmak olduğundan sevdikleriyle vakit geçirmenin ne kadar önemli olduğunu unutmamalıydılar. Tüm meseleleri buydu bence insanlara kendilerini anlatamamalarının. Bir kere baksalardı kendi iç dünyalarına, bir kere görebilselerdi içlerindeki o kara deliklerin kendilerini kendi içlerine çekme çabasını. Üzülmek yetmiyordu onların adına. Yaşamak gerekiyordu bunları. Dibine kadar yaşamıştım oysaki. Yaşadığım halde tekrar tekrar yaşama duygusuydu canımı acıtan, belki de haz veren. Hayatın bu olduğunu anlamak yıllarımı almasıyla birlikte, binlerce bu olayı yaşamamı da sağlamıştı. Tekrar eden duyguların döngüsünde boğulmak beni hiçten hiçe yok eden şey, üstelik bunun farkında olurken. Sadece içmek, içmek istiyordu canım. Kimse yanımda yokken içeceğim bir şey olsun istemek… Duygularım insan olmaktan çıkmış bir hayvan içgüdüsüyle hareket etmeye dönüşmüştü sadece. Kabul ediyordum gerçi bunu. İnsanın bir hayvan olduğunu kabul etmeyenler artık günümüzde hayvan gözüyle görülen insanlardı zaten. Kendim dışında düşünmemek istiyordum başka insanları. Sıkılıyordum artık muhabbetlerinden hatta kaçmaya çalışıyordum ortamlarından. Çıkar. Sadece çıkar ilişkisi şu anki insanların kafasındaki. Benim sana yararım yoksa siktir etme düşüncesini esirgeyememeleriydi kafalarından… İşte bu insanların sorunu. İşte senin, işte benim sorunum. Buna yönelttiler belki de bizi. Yaşamamamız için seçilen, sadece parası olan insanların dünyasının kurulmasının temel ilkesidir belki de bu. İstemiyorum desen de kabul ettirdikleri –tek adalet – şeklidir bu onlara göre. 

Yok-oluş

Yazmak dışında hiçbir şey yoktu yanımda. Cansızdım. Yazmak bile istemiyordum. Çıkardım bir tek sigaramdan, koydum ağzıma. Kibriti ateşlerken öyle bir baktı ki suratıma, cehennem ateşinin ıstırabı yanında palyaço kalır. Çektim bir fırt, düşüncelerimi durdurmaya çalıştım. Hayatla ilgili olanları. Ardından bakınca tek bir düşünce bile kalmamıştı. Tüm düşüncelerim hayatla ilgiliydi, hayat savaşıyla. Herkesin ki böyledir diye düşündüm. Dönüp kendime bakacak mecalim yoktu, kendim dışındakileri düşünmekten. Sanki onlar için yaşıyordum. Başkalarının dert çobanıydım sadece. Şarabımdan bir yudum aldım, sövmeye başladım, kendim dahil her şeye. Kendimin tanrısıydım o an. Boştum o zaman ben. Kendime bile çıkarım yoktu. Söndürdüm sigaramı şarabımın sulu ateşinde, bırak kendini yaşam okyanusuna dedim. Nedir senin derdin? Yok etmek istiyordum yaşamımı ama bununla kalmak değil de kendimle birlikte götürecek canlar arayışı içindeydim kendimce. İnsanların otuz yaşında başladığı gerilemeye ben yirmi yaşında başlamıştım. Dişlerimde sayılamayacak kadar çürükler, vücudumda kaldıramayacak kadar ağrılarım vardı. Doktora gitmek istemiyordum. Nasıl geldiysem öyle gideyim mantığında boğulan bir insandım. Gözlerimdeki alevlerin sigaramı yeniden ateşlediğini görünce ayaklandım uzandığım yataktan. Paketimden bir sigara daha çıkarıp yanan izmaritimle ateşledim sigaramı. Her kim anlatıyorsa anlatsın, yok oluşu anlatıyordur diye düşündüm içimden. Var oluşu anlatamazdı çünkü yok olan bir varlık…

Ucube Varlıklar!

Sevgili  mi? Gereksiz maddelerin oluşumunun karekökünden başka bir şey değil. Belki de bölü ikisidir de neyse. Dost mu? Gereksiz maddelerin oluşumunun kareköküne değişebileceğin, tek elementli bir maddedir. Sigara mı? Zifir, karbondioksit, nikotin ve benzer maddelerden oluşup ateş ile yanmasını sağladığınız, fakat siz istemedikçe sizi bırakmayan tek maddedir. Peki, sorarım size, hangisine daha çok bağımlısınız? Bir dostumun ya da sevgilimin tek sözüne bakarak bırakacağım şu lanet sigaraya mı, yoksa diğer ikisine mi? Ben sigaraya bağımlı değilim, beni sigaraya bağımlı edenlere bağımlıyım aslında. Bir suç ortağı bulmuşuz milletçe, günah keçisi ilan etmişiz onu ama aslında günahın tillahını yapan varlıkların varlığını unutmuşuz. Alkol almak mı zararlıymış? Bok zararlı. Asıl bizi alkole muhtaç bırakan düşünce yoksunu, varlıklarını evren bile kaldıramamış olan varlık dediğimiz ucubeler zararlıdır bence. Hangi insan kalkıp da ‘Oha bana zarar veren bir şey var ama ben bunu bedenimin içine sokup kendime zarar vermeye devam edeceğim.’ demiştir dış etkenler olmadan? Var mıdır ki kendi bedenimizden, kendi vücudumuzdan daha değerli olan bir şey? İçgüdülerim bunun olmadığını söylese de duygularım bunun tam tersini söylemeye devam ediyor ki edecek de. Tek bir kelimesini bizden eksik eden dostlar, ufacık bir sevgi cümlesini bizden esirgeyen, yalnızlık tutsağına kapılmak istemeyen varlıklar… Sorarım size bunlar mıdır bizim hayatımızı cennete çeviren, yoksa cehennemin en alt katını gün geçtikçe bize daha çok yaşatanlar? Ne söylesem kâfi… Yakalım bir sigara da sikilmekten sonra ki zevki yaşayalım bari!

Cennet Meyvesi

Fazla kalabalık olurdu hep etraf. Soyutlamayı bilirdim ama ben kendimi. Varları yok ederdim kafamda. Tek sıkıntısı sesler olurdu, onları yok etmek biraz uğraş gerektiriyor. Çığlıkların sessizliğini arar bulurdum nitekim. İpleri koparmak mı dersiniz buna yoksa ipleri eline almak mı bilemem. Benim için her ikisi de doğru olurdu o anda. Onları yok ettikçe kendimi de yok ediyormuşum gibi hissederken, kendime en yakın olduğum anların da o anlar olduğunun farkındalığında dolaşıp dururdum hep.  Uykuda gibi ama değil, yanan ateşin o en altındaki mavilik olurdum; her şeye en yakın ama her şeyden uzak. Düştüğümde biri kucaklasın isterdim hep ama her zaman yerin en dibine çakılmaktan başka bir olasılık bulamazdım. Tutunacak bir dal arayıp bulamamanın yorgunluğunun hissi ya da bulduğum tüm dalları ateşimle küle çevirmenin verdiği bıkkınlık; yarın olmayacak cennetin bugünkü meyvesine çevirdi beni.

13 Nisan 2016 Çarşamba

Sigara

Mecburiyetten bırakılmış sigaralar, böyle daha mutlu olduğuna içten içe kendini inandırmacalar… Yokluktaydım, yokluğun boşluğundaydım. Yalanlarda boğulmuş ve bu yalanlardan kurtulmak için daha çok yalana batmış, hayatın yalanını yalanla yaşamaya başlamıştım. Yalan söylemek zekâ işiydi gerçi, olmayan bir şeye inandırman, üstelik buna senin de inanman gerekirdi. İnanmadığın bir yalanı sürdüremezdin. Bundan sonra yapılacakların ne olacağını bilmediğim için, hiçbir şey yapmamaya başlamıştım. Artık yalanların akışına bırakmıştım hayatımı. Zaten bir kere yalan söyledin mi, o yalanı sürdürmek için bin beş yüz tane yalanın ardını arkasını kesemiyordun. Dünyanın en güzel çiçeğine konmuş bir arı gibiydim ama çiçekten tek bir polen alacak gücüm kalmamış gibiydi. Bunu başarsam bile bir yuvaya mensup değilmişim gibi hissediyordum. Bir yuvam olduğunu varsaysam bile oraya gidecek mecal yoktu bende. Ben yoktum sanki. Bir gün mutlu olacağım bir şey olsa ardından yirmi tane olumsuz şey ortaya çıkıyordu. Bunlar gerçekten oluyor muydu yoksa sadece benim kafamda ürettiklerim miydi çözemeyecek haldeydim. Olumsuzluklarımı kendim yaratıp dururdum. Olumlu bir şeyin en olumsuz tarafını gün yüzüne çıkarmadan rahat etmezdi içim. Nasıl bir paradoksa kapıldığımı çözemiyordum sadece. Benim için engellenemez tek şeydi belki de bu. İnsan olarak sadece bir gün yaşasak kelebekler gibi, gezinsek sadece oradan oraya… İntihar sağlardı belki bu söylediğimi de, var mıydı ben de o cüret, o cesaret. İntihar cesaret gerektiren aciz bir davranıştı benim için ama bir anda olmasa da, bir sigara yakardım kısaltırdım ömrümü ya da içerdim bir duble kısaltırdım ömrümü, sarardım bir cigara kısaltırdım ömrümü… 

Gölge'den Kaçış

    Işığın karanlığında boğuluyordum. Her yeri aydınlatan ışık bir tek beni aydınlatmıyordu sanki. Düşündükçe kararıyor, aydınlığı gördükçe çekiliyordum karanlığa, karanlığıma. Her yeri görürken bir tek kendimi göremiyordum. Tüm insanlığı aydınlığa ulaştıracak güce sahip gibiyken, bir tek bana yetmiyordu bu güç. Karanlığımı yaratan engelleri yok etmeye çalışsam da her seferinde daha da büyüyüp kafama düşüyordu, altında eziliyordum, sadece bir gölge oluyordum artık. İşin başından beri bir gölge olduğumu kabul etmek istemiyordum açıkçası. Başka bir hayatın figüranı olmayı kendime yediremiyordum belki de. Birileri yaşasın diye yaşıyor olma hissi, başkaları yükselsin diye alçalma hissi… Hayatın diğer isimlerinden biri, haksızlığı sunma biçimiydi sanırım. Durdurulamaz olan bu hayatın sunumlarıyla boğulmuştum. İstemeden dünyaya gelmek ve istemeden ölmek gibi, bu iki isteksizlik arasında süregelen binlerce istemsizliklerden sadece bir tanesiydi bu söylediğim isim.

    Kaçmak istiyordum sadece. Kaçtığım şeyin ne olduğu önemli değildi bu noktada. Çünkü kaçılacak bir şeyin var olduğunu düşünme hissi kaçırıyordu aslında beni. Gittiğim yerden kaçmaya çalışıyordum. Olacağım şeyden kaçmaya çalışıyordum. Üstüne koştuğum şeyden kaçıyordum açıkçası. Bir arının öleceğini bile bile, tehdit altında hissettiği an karşısındakine zarar verme isteği gibiydi, ama bende olmayan tek şey zarar verme hissiyatında olmayışımdı (Kendimden başkasına en azından). Hayatın verdiği sorumluluğa doğru kaçıyordum. Ölüme doğru bir kaçıştı bendeki. Somut bir ölüm olmasa da, kişiliğimin ölümüne doğru bir kaçış, bir direniş göstergesi. Karanlığıma doğru kaçıyordum. Aydınlığını hiçbir zaman yaşayamadığım karanlığıma. Başkasının gölgesinde yuvarlanıştı benim kaçışım. Ne kadar kaçarsam kaçayım sonunun aydınlığa çıkamayacağı bir kaçış. Arkama duvarlar çekiyordum en azından tuğlalardan, ki böylece arkamdan kimsenin bu yola girmeyeceği hissi rahatlatsın diye içimi. Ördüğüm tuğlalar kadar duvarlar yıkıyordum kaçarken, diğer koşanlarında bu karanlıktan çıkmak için binlerce duvarı yıkacağının farkındalığıyla. Son duvarı yıkıp sonsuz karanlığın içinde olduğumu anladığımda, ölmüş ve bir karanlığın daha içine girmiş olacağımın farkına varamadan…