19 Ekim 2016 Çarşamba

Kişiler ve Kişilikler

Belki de benim yanımdayken yeni bir sen yarattığın için bu kadar çok hoşuna gitmişimdir. İnsan kendine yeni bir kişilik yaratıp yeni bir role girmeyi başarabildiğini görünce bir hoş olur tabi. Ya da belki de eski kişiliklerinden sıkılıp yeni maceralara yelken açma isteğidir bu. Düşünceleri ve kişiliği sürekli değişen çok kişili yaratıklar olduğumuz doğrudur bence. Fakat yaşanan bu hoşnutluk bir süre için insanı kendinde tutmayı başarsa bile, biraz zaman sonra, o yeni kişiliği de hayatının bir parçası olduğunda, yine her şey sarpa sarmaktan başka bir hale geçmiyor malesef. Bu sefer de kendini tekrar yeni bir sen arama yolunda, kendini hırpalarken buluyorsun. Bu öyle zorlu bir yol oluyor ki ruhunda açtığı yaralar canını acıtmaya başlıyor bir süre sonra. Fiziki bir acı değil bahsettiğim, içten gelen, görülmese de hissedilen bir acı. Tabi etkilerini çevrendeki insanlar o kadar çok görüyor ki, onları ezmeden yeni bir düzlüğe çıkamıyorsun bu yolda. Eklenen her bir kişiliğin ardında bıraktığı; sevdiğin bir insanın leş kırıntılarından başka bir şey olmuyor. Kendine geldiğinde sen bu kırıntıları toplamayı başarsan bile tekrar can vermeye yetecek gücün kalmadığı için onlar da hayatın başka bir olasılığına doğru uçup gidiyorlar.

Kafanda kendini birçok kişi olarak yaratıp, birçok olasılığın içinden geçip; birçok sonuca varabiliyorsun. Amacı yemek yemek olan bir varlığın vücudunun yerine beynini geliştirip geldiği noktaya bakar mısın? Belki de bu kadar gelişmemeliydik gerçekten de. Bu kadar çok düşünmenin bana verdiği tek şey acıdan ibaret. Hatta biz insanlar artık acılarımızı göz önünde tutuyoruz. Birileri öldüğü zaman mezarlık diye yarattığımız yerlere gömüyoruz onları ve sonrasında arada bir yanlarına gidip acılarımızı yeniden tazeliyoruz. Birini seviyoruz ardından ya ölüyor ya bırakıyor ya da sen bırakıyorsun ya da bırakmak zorunda hissediyorsun ve sonra bir başkasını sevip aynı şeyleri yaşayarak acılarını yeniden tazeliyorsun. Hayat bir yuvarlaktan ibaret artık insan için. Bir kısır döngünün içinde hapsolmuşuz. Bu sadece acı için değil hissedebildiğimiz tüm duygular için geçerli bir tanımdır bence. Gerçekten düşünmek yerine yemek yemeyi ve ardından sadece ölmeyi bekleyebilirdim...

16 Ekim 2016 Pazar

Lanetli Sistemin Lanet Dünyası

Öğrendiğim o kadar çok zevk var ki artık anın tadını çıkaramama tribinden çıkamayacak haldeyim. Neden en zevkli olanı ben yapamıyorum? Ya da bunun için neden çırpınmaya, didinmeye ve çalışmaya gerek var ki? Madem ki sadece yemek yiyerek ve su içerek yaşayabiliyoruz; o zaman neden zevk alabildiğimiz, bizi yemek yemeye ve su içmeye teşvik eden şeyler bir fiyat aralığına sığdırılabiliyor. Kapitalizm pastası dediğiniz ve eşit dilimlere ayırdığınızı iddaa ettiğiniz o pastanın nasıl oluyor da küçük dilimleri bize gelip büyük dilimleri sizin elinizde kalabiliyor? Tabi ki pastanın sahibi sizlersiniz değil mi? İyi de pastayı sizin için yapan kişiler biziz. Dünyada seyahat etmeye para alınmasaydı, hatta az önce söylediğim gibi yemek ve su dışında başka hiçbir şeyi para vererek almıyor olsaydık, hayat daha kolay ve zevk verici olmaz mıydı? İşte o zaman intihar edenleri sayısı azalırdı. Delirenlerin sayısı, açlıktan ölenlerin sayısı, hatta uyuşturucu kullananların sayısı bile azalırdı. Çünkü zaten uyuşturucu kullanıp hayalini kurdukları dünyada yaşıyor olurlardı. Bunun olmamasının nedeni dünyadaki insanları yaşatan maddelerin bir anlık tükenimi olacağı ve bunun sonucunda dünyadaki yaşamın bitmiş olacağı için olurdu. Fakat şu anda söylediğim şey gereğinden fazla yiyenlerin, gereğinden az yiyenlere bir yardımı dokunacağıdır. Gereğinden fazla yaşayanların, gereğinden az yaşayanlara dokunacağı yardım... Uydurmuşuz bir sistem, (uydurmuşlar desem daha doğru olur) arada kaynayanları ne gören var ne duyan. Gerçekleri yüz önüne çıkarmak isteyenlerin kelleleri koltuk altı edilirken, gerçekleri göremeyenlerin kellesi de koltuk altında bir oraya bir buraya sallanıp dönerek dönen bir dünyadan başka bir olay göremiyorum ben.

10 Ekim 2016 Pazartesi

Teknoloji Dönemi Mağdurları

İnsanlar mı çok konuşuyor, yoksa bana mı konuştukları şeyler fazla geliyor karar veremiyorum. Bir mekanın bir masasına geçip oturduğum zaman, yan masaya gelip oturan iki üç yada beş on kişinin konuştuğu muhabbetlere kulak misafiri oluyorum. Hepsi teknolojiye odaklanmış sadece. Teknoloji ve günümüz toplumunun bizi getirdiği noktaların birinden bahsediyorlar. Bahsediyorlar da bahsettikleri zaman sadece onun varlığından haberdarlarmış gibi. Bizi getirdiği noktayı göremiyorlar. Ya kör olmuşlar ya da o bahsettikleri konuda hapsolup kalmışlar. Bilimin bizi getirdiği nokta teknolojinin sağladığı sosyal medya platformu olamaz. İnsanlar bundan habersiz bir şekilde, teknoloji gelişmeden önceki insanlardan daha geride bir pozisyonda ilerliyorlar -tabi ilerliyorlarsa eğer. Teknolojiyi sadece haberleşme ve kendilerini gösterme yönünde kullananlara benim laflarım. Ha konuyu değiştiriyormuş gibi olmadan bir şey daha eklemek istiyorum bunlara; dedikodu. İnsanların hatta insanlığın kuruluşundan bu yana yaşamını devam ettirebilmiş olan dedikodu eylemi. İletişim kurmayı öğrendiğimizden bu yana dedikodu denen soyutluğu başımızdan atamamışız, hatta belki de iletişim denen soyutluğu oluşturan olguya dedikodu diyebiliriz bile. Başka bir insan hakkında konuşmadan karşınızdaki insanla iletişim kurabilmenizin ihtimali sıfır diye düşünüyorum. Bu kişi kendimiz ya da karşımızdaki olabilir ama hiçbir zaman insan dışı ya da bir insanın söylediği bir şeyin dışında bahsettiğimiz bir konu bulamıyoruz. Belki de bu sadece benim yaşadığım yüz yılın içerisinde geçerlidir. Eğer ki öyleyse çok boktan bir yüz yılın içinde doğduğumu belirtmeliyim. Çünkü hiç kimse şu anda var olmayan ama var olabilitesi olan bir şey hakkında konuşmuyorlar. Eminim ki önceden insanlar var olmayan ama bulunabilitesi olan şeyler hakkında konuşuyorlardı ki şu an bu kadar çok ileri gidebilmişiz. Teknoloji konusundan bahsediyorum. Yani en azından diğer yüz yıllar, rönesans dönemi, sanayi dönemi vs. gibi dönemler olduğu için benim dönemim de teknoloji dönemidir diye bir çıkarım yapmam yanlış olmaz sanırım. Ama ki öyle bir ama var ki bu dönemde diğer dönemlerdeki gibi düşünme yeteneği bir bilgisayarın, bir yapay zekanın ta kendine bırakılmış olması. Bu yaratılan yapay zekanın bir insan elinden üretilmiş olma gerçeği hiçbir zaman değişmiyor benim için fakat sorun şurda ortaya çıkıyor; bunu üreten kişinin yaşı en azından 30-40 yaşlarında olsa bunu kullanan insanların yaşının hatta bunu bilinçsiz kullanan bir insanın yaşının 10-13 yaş aralığından başlaması bence mantıksızlığın ta kendisidir. Bu tür bir şeyi kullanacaksan ya da böyle bir süreçten ileri gidebileceksen bu şeyi var eden, üreten insanın yaşına geldikten sonra kullanmamız benim için en mantıklısı olur. Yaşından kastettiğim şey onun olgunluğudur tabiki. 40 yaşında bir insanın çözdüğü, bulduğu bir şeyi 10 yaşında algılayıp anlayabiliyorsak, bu; ne mutlu bu kadar gelişmemizedir. Anlatmak istediğim şey var olan bir şeyi anlamanın, üretilme amacının ne olduğunu anlamanın olgunluğuna ulaştığımızda o şeyi kullanmamız gerektiğidir.

6 Ekim 2016 Perşembe

Aslında Hepimiz Robotuz

İnsanlar birbirlerine duygusal anlamdaki çöküşlerini hiçbir zaman anlatma eğilimi göstermezler. Tabi ki bu gerçek anlamda bir çöküş ise. Bunun nedeni karşıdaki insanla oluşacak olan yeni bir duygusal bağlılığın korkusudur. Bu oluşan bağdan sonra karşısındaki insanın daha önceki insanın yaptığı gibi onu terkedip gideceğini düşünme korkusudur. Bu çöküşler tam anlamıyla bu gidişatta birkaç kez tekrarlandığında insan artık duygularından arınıp mekanik bir vaziyetin içine girmiş oluyorlar. Hatta bundan ziyade kendileri duygularından arınmış, duygusuzlaşmış bir mekanik oluveriyorlar. Bu saatten sonra ne sevebilme yeteneklerini ne de başka bir insana güvenebilme yeteneklerini kullanmaktan mahrum kalıyorlar. Artık oynadıkları rolün farkına vardıkları ve yeni bir role girmek sıkıcı ve itici geldiği için arka plana atılmış bir filmin oyuncusu gibi kendi hayatlarını sessiz ve sakin bir şekilde, geriden ve filmden çıkmış bir oyuncu olarak izlemeye devam ediyorlar. Bu henüz onların kendilerini kaybetmelerinin başlangıcıdır. Fakat bunun farkında olmadıkları için bir şey yapma eğilimi göstermezler; bu süreyi geçtikten sonra yapabilecekleri hiçbir şey olmayacağının farkındasızlığıyla. Bu bahsettiğim şey hayatın tüm alanlarına farklı biçimlerde hakim olduğundan, insan artık kendi kişiliğinin unutkanlığıyla baş başa kalmaktan kendini alıkoyamıyor. Artık kendini tanımaz bir biçime giren insan, kendini bir çok biçemde görmeye başlıyor ama bir an geldiğinde aslında o biçemlerin hiçbirinin kendi olmadığını anladığında; kendini, kendini bulamayacak bir boşluğun ortasında buluveriyor. Sürekli ve her ortamda farklılık gösteren kişiliğinin içinde kaybolmaya mahkum ediliyor. Bunu ne kabul edebiliyor ne de inkar edebiliyor; işte en zor durumda bu olsa gerek... Kabul etse bu toplumda kendini, "Ben bir deliyim." diye bağırmaktan daha kötü bir duruma gireceğinin farkında olacaktır; kabul etmese, "Bana ne oluyor, aslında ben kimim?" sorusuyla karşı karşıya kalacaktır. Sizce hangisi daha zordur? Bence ilk cevabı vermek yaşadığımız bu toplumda daha mantıklı bir hareketmiş gibi gözüküyor. Çünkü Sokrates'in bile ikinci soruyu cevaplayamadığını bildiğimiz bir dünyada ikinci cevabı vermek, diğer insanların zaten sizi deli kategorisine koymaya yeteceğinin kanıtıdır diye düşünüyorum.

4 Ekim 2016 Salı

Soyu Tükenen Canlılar Üzerine

    Soyu tükenen canlı türleri dediğimizde çoğu insanın aklına ilk gelenler, sadece mamutlar ve dinozorlar oluyor. Fakat bunların dışında dünyada nesli tükenmiş ya da bana göre –dinozorlar dışında– insanların katlettiği birçok canlı türü bulunuyordu.
    Bugün yoldan geçen insanlara, bundan sadece 1000 yıl önce dünyamızda boynu bir zürafa boynundan daha uzun, cüssesi bir fil kadar –belki de daha da büyük– bir kuş yaşadığını ve insanların bu kuşu katlettiğini söylesem, kayıtsızca suratıma baktıktan sonra geçip gideceklerinden eminim. Fil kuşu olarak bilinen bu kuşlar, insanlar Madagaskar adasına ayak basmadan önce, uzun ve huzurlu bir yaşam sürerlerken, insanlar adaya gittikten bir süre sonra ortadan kayboluyorlar, ne tesadüftür.
    Aynı durum birçok yerde ve birçok canlı türünde de devamlılık göstermiştir. Örneğin insanlar Avustralya’ya ilk adım attığında ekosistemi neredeyse baştan aşağı değiştirdiler. Burada yaşayan, diprotodon olarak bilinen dünyanın en büyük keselisi, insanların Avustralya’ya adım atması sonucu ortadan kayboldular. Bu ortadan kaybolmaların arkasında iklim değişikliği olduğunu iddia eden birçok kişi vardır. Fakat yaklaşık 1,5 milyon yıldır yaşamlarını sürdüren, yani tüm buzul çağını atlatan bu canlı türünün 46 bin yıl önce ortadan kaybolmasında iklimin nasıl bir etkisi olabilir ki? Bu insanları haklı çıkarmak için bir bahane olabilirdi belki ama diprotodonla birlikte Avustralya’da yaşayan dev kanguruların, dev koalaların, keseli aslanların da ortadan kaybolması bunun bir rastlantı olmadığını gösteriyor.
    Benzer şekilde, Yeni Zelanda’ya 800 yıl önce ilk kez gitmiş olan insanlar orada yaşamaya başladıktan birkaç yüz yıl sonra, fil kuşu benzeri bir kuş olan mao ile birlikte orada yaşayan birçok canlı türü yok olmuştur. Üstelik 45 bin yıl önceki iklim değişikliğini sorunsuz bir şekilde geçirmelerine rağmen. Tabi ki ilk aklınıza gelen mamutlar da insanlardan nasiplerini almışlardır. Milyonlarca yıl yaşamlarını sürdürebilmiş bu canlıların, insanların Avrasya’ya, ardından da Kuzey Amerika’ya yayıldıkça sayıları yavaş yavaş azalarak 4 bin yıl önce ortadan tamamen kayboldular. Kuzey Amerika’da 30 milyon yıl boyunca yaşamış olan kılıç dişli kediler aynı dönemde ortadan kayboldular. Bunlarla birlikte mamutların üzerlerinde yaşayan kene ve parazit tarzı canlılar, birçok memeli ve dev sürüngenler de yok oldular.

    Dünya ekosistemindeki en ölümcül canlı olmak ne güzel özellik(!) Belki de birçok insanın bu canlıların nesillerinin nasıl tükendiğinden haberi olsaydı, hala hayatta olanların ölmemesi için daha tedbirli olurduk. Şu an için sadece karadaki canlıların yok oluşunda bir payımız var. Fakat sanayi kirliliğiyle birlikte denizde yaşayan birçok memeli, memesiz canlının nesillerini tehlikeye atıyoruz. Balinaların da mamutlar gibi ortadan yok olma riski oldukça yüksek görünüyor. Sanırım ve ne yazık ki yakın zamanda dünya üzerinde ineklerden, tavuklardan ve insanlardan başka canlı türü kalmayacak...

1 Ekim 2016 Cumartesi

Padişahın Soytarısı

   Başka insanların düşündüklerini düşünerek kendi düşündüklerimizi arka plana attığımız zamanlar... ne kadar saçma zamanlardır. Kendi kişiliğimizde, kendi düşüncelerimizi yargılayıp verdiğimiz kararlara karşı onların düşünüp söylediği şeyler ne kadar anlamlı olabilir ki? Ben zaten kendim için en doğru kararı vermişsem, başka bir insan gelip bunu değiştirmeye kalktığı zaman buna karşı çıkmam benim için en olumlu şeydir diye düşünüyorum. Buradaki tek sorunsal bunu söyleyen insanın egemenliği altındaysan ortaya çıkıyor. İşte o zaman, ''Siktir git bu benim kendim için verdiğim bir karar.'' diyemiyorsun. Bu karara karşı çıkan güvendiğin biriyse; üstüne bir de üzülmek düşüyor sana sadece. Üzülüyorsun ama üzüldüğün halde bir bildiği olduğundan sana bunları söylediğini düşündürüyor sana ya da sen o kadar iyi niyetlisin ki böyle düşünmek istiyorsun. Halbuki seni bu duruma yani bu düşüncelerin temelini yaratmaya iten kişi de ta kendisi olmasına rağmen...


   Hayatın koşuşturmacası içerisinde bir kalıba sığdırılmak üzerine yetiştirilmiş bizler, bir kalıba sığamayınca ya da sığmak istemeyince neden bu kadar sorun ortaya çıkıyor? Ben kendim olmak istedikçe neden insanlar beni kendileri olmaya ya da kendi istedikleri kalıba girmeme beni zorluyorlar? Bir insanın karşısında dururken ya da muhabbetin tam ortasındayken ona duymak istemediği bir şey söylediğimde bana karşı alacağı tavrı adım gibi biliyorum. Sert, kaba ve olumsuz yönlerde birçok yorumların ardını arkasını kesmeyecektir mutlaka. Duymak istediklerini söylemedikçe insanların hal ve hareketleri emirlerine uymayan bir askere generalinin ya da komutanının verdiği tepkilerle eşdeğer olmak zorunda mı? Bir insanla anlaşabilmek için bukalemun taklidi yapmak zorunda gibi hissediyorum ben kendimi açıkçası. Rolden role giriyorum. Karşımdaki insanın beni sevmesini sağlamak zorundaymışım gibi hissederek ona bir soytarının padişahına yaptığı muameleyi yapıyorum. Hayat sürekli böyle sürüp gidiyor, mutlaka benden senden ya da ondan daha yüksek rütbede bir kişinin karşımıza çıkıp ona soytarılık, sirk cambazlığı yaptığımız bir dönemden geçip gidiyor. Biz ise; sahne ardı elemanı gibi o soytarının padişahına yaptığı muameleyi izleyerek ömrümüzü tüketip hiçbir şey olmamış gibi göçüp gidiyoruz bu diyardan.