Görünürün üstünde görünmezlik yaratma çabasına girip yeni bir gerçeklik yaratan sizler, ruhunuzdaki adiliğin farkınızda değil misiniz? Yoksa bu farkındalıktayken insanların ruhlarıyla oyun oynamaktan keyif mi alıyorsunuz? Ki bu adiliğin farkında olsaydınız bu oyunlarınızdan vazgeçerdiniz ya da kötülüğün tabir ettiği en kötü olmayı yeğlemekten keyif alıyorsunuz demektir. Keyif aldığınız gerçeğiyle devam etmek gerekirse şayet, kendi pisliğinizde ruhunuzu duş aldırmaktan vazgeçmiyorsanız eğer, yarattığınız hayali dünyanın keyfini tinsel dünyaya aktarma çabanızdaki gayreti saygıyla selamlamaktan başka çare kalmıyor benliğime. Rolünüzü öyle güzel oynuyorsunuz, sizde olmayanı öyle güzel var ediyorsunuz ki insanı yalnızlığa itiyorsunuz. Biri ile kuracağı düşsel ya da tinsel dünyanın varlığını karşınızdaki insana kapattırıyorsunuz, sonsuza dek... Bu sizin için bir anlam ifade etmiyor ki karşınızdaki için bir anlam ifade etmesi bile bir anlam ifade etmiyorsa, benliğinizin devam etmesi gerektiğine inanmanız sizin kendinizi ne kadar aşağılık bir varlık olarak kabul etmenize yetecek niteliktedir.
BEYNİNİ ÖZGÜR BIRAK
İlk başta kendimden başlamayı düşünüyordum da, sonra neden kendimi koşullandırıyorum ki diye düşündüm. Eğer bunu düşünmeseydim girişte saçmalık dolu şeyler olmayacaktı belki de. Hep böyle saçma düşünen bir kişiliğim vardır işte. Buna rağmen kendimden bahsetmiş oldum. Burada kendi düşündüğüm (ne kadar saçma ya da gerçek önemli değil) şeyleri yazacağım.
1 Mart 2018 Perşembe
10 Haziran 2017 Cumartesi
Diren Kaplumbağa Adam
Olmak istediğim birçok yer ve yaşamak istediğim birçok şey varken; olmak zorunda olmadığım bir bok çukuruna saplanmış ve yaşamak istemediğim birçok olasılığın içinde kaybolup gitmişliğimin nedenini bilmiyorum. Düşünerek yaratabildiğimiz evrenlerin sınırı yokken, neden bu düşünceleri hayatın işleyişine sokabilmemiz bu kadar kahırlı ve zor olmak zorunda ki? Tırnaklarımızdan kan akana kadar direnip yeni bir yol açtığımızda, yolun en başında bizi yoldan geri çevirecek olan o engelin varlığını hissetmemek için bir yol arayışından bile vazgeçmiş durumdayım. Gücüm kalmadı artık onu devirmeye sanırım. Yanlış yolları seçmekten muzdaribim ben. Yanlış yolun açılması kolay oluyor, pek fazla fark etmeden ilerliyorsun fakat yolun sonu bir çıkmazda bittiğinde... işte o zaman yeni bir yol açman gerekiyor ve her açılan yeni yol yeni bir engel demek oluyor. Bir kere yanlışın içine girdiniz mi bu döngü kendini sürekli tekrar ediyor; yolu aç, yolu aç, yolu aç... Bir süre sonra kolay açılan o yollar gün geçtikçe daha çok yoruyor, yoruyor ve yoruyor. Direnç kapasiteniz yüksek ise bu yolun son kapısının açılacağı zamanı düşünerek devam ediyorsunuz. Bu düşünce ayakta tutar oluyor yorgun beyninizi ve gerçekten de son engeli aştığınızda huzurun kucağında bulursunuz belki de kendinizi. Belki de olay inanmakta bitiyordur... Neye inanırsan onu yaşarsın ve neye inanırsan onu var bile edebilirsin, tabi bu bir süreden sonra beyni aşırı derecede deforme ettiği için beyin kontrolü eline alıp kendi içindekileri dışarı püskürterek insan için de bir gerçeklik yaratıp, yokları var etmeye başlıyor. Burada dikkat etmek gereken kontrolü kaybetmemekte sanırım. Evet. Kontrolü elden bıraktığın anda toz oluyorsun. Korkudan kabuğuna çekilmiş bir kaplumbağa gibi artık tüm kontrol Korktuğun'dan kabuğuna doğru gelecek olan tehditlerin gizli öznesinde buluşuyor. Şu anda bulunduğum noktadan basediyorum, evet... kabuğumun içindeki kaplumbağayım. Elimden gelen tek marifet kabuğumun karşı saldırılara olan direncinin bu olasılıktan kurtulana dek devam etmesini dilemek. Gelecek için, özgürlüğüm için; diren kaplumbağa...
20 Aralık 2016 Salı
İçimizde Var Olanlar
Gölgesini gördüğüm, sesini yanımdaymış gibi hissettiğim soyut varlığın somutluğunu ilan etmesinin ramak kaldığı noktadayım. Hareketlerimi hareketleriyle taklit ettiği fakat bazı düşüncelerimin tam zıttını temsil eden varlık sanki hayatımı ele geçirmeye çalışan, arkamdaymış hissiyatı verip arkamı döndüğümde yok olan bir gölge misali kapımın zilini çalıp duruyor. Kapının ardından gelen ulumalarının her biri bir cümle edasında kulaklarımda çınlıyor. Bazen öyle ithamlarda bulunuyor ki kendi benliğimden çıkıp kapının ardındaki soyutluk oluveriyorum. İşte o anda içimdekinin içinde olduğum hissi sadece huzur veriyor. Sanki yapmak istediklerimi an içinde yapmaya hazır bir formasyona bürünüyorum ya da bürünen kişi ben değilim bilmiyorum fakat bunun tam tersinin olmama ihtimali olma ihtimaliyle eşit durumda değil midir? Taştığım boşluğumdan, boşluğumun ardına doğru ettiğim seyahat, damarlarımın içine dolan saf bir bebeğin kanının tüm vücuduma, hatta beynimin kılcal damarlarına kadar olan yolculuğun her bir zerresini yok oluşla var oluşun sırrının doruk noktasındaymışım gibi verdiği hissiyatın çaresizliğinde bir yandan yücelip bir yandan boğulurcasına derinlemesine bir acı ve haz hissederken, bunu yaşayanın ben mi yoksa var olmaya çalışıp da var olmayan içimdeki ben mi olduğunun sorusunu cevaplayamamak yakıyor canımı en çok. Sanki içimdeki, farklı bir insanın düşüncelerini yansıtıyor ve yeniden var olma çabası içerisine giriyormuş gibi. Ya o benim ya da ben hiç var olmadım sadece birilerinin kalıntılarını yaşatıyorum içimde. Her insan kendini anlatma ve anlama çabasına girişir, peki ya aslında hepimiz kendi içimizde farklı insanları barındırıyor ve onların hayatını yaşıyorsak, sonuç, biz aslında kendimiz değil bir başkası olarak yaşıyoruza çıkıyor gibi. Hatta belki de bir başkası değil bir başkaları bile olabilir... Deneyimlerimizle kendimizi var etme çabasına girdiğimiz anda -ki bu doğduğumuz andan itibaren böyledir- düşüncesel olarak kendimizi birçok insanın belirlediği kalıpların arasında buluyoruz ve çoğu insanların deneyimlerine dayanarak kendi deneyimlerimizi şekillendiriyoruz. Tarihsel açıdan baktığımızda geçmişte yaşamış insanların düşüncelerine gerek kitaplardan gerekse çağımızda artık internet üzerinden kolayca ulaşarak, mantıklı olanları kendimiz için seçip şekillendiriyoruz. Kendimizi buluyoruz belki de fakat burada sorduğum soru, kendimizi mi buluyoruz yoksa içimize başka insanları mı yerleştiriyoruz? Kendi kendime bir konu hakkında bir düşünceye sahibim dediğim anda o kişi ben mi oluyorum yoksa o düşüncenin temellerinin şekillenmesindeki insan ya da insanlar mı bunu anlayamıyorum. Burada şu söylem ortaya çıkıyor sanırım; diğerleri var olmadan biz de var olamayız. Aslında bizi var eden şey daha önce yaşamış olan insanların içimize işlemeleri mi? Bir süre sonra bu insanların gölgesini değil de direk kendilerini görme düşüncesi korkutuyor açıkçası beni. İnsan bilmediği şeyden korkarmış. belki de bu korkulacak değil de tam tersi daha da fazlasını görmek ve işitmek isteyeceğim bir şeydir bilemiyorum. Belki de şizofren diye tabir ettiğimiz insanlar düşüncelerini görebildikleri için normal insanlardan üstün yaratıklardır. Fakat bunu becerebilen varlıkların azlığı sonucunda, normal insan olarak tabir ettiğimiz insanlar tarafından dayatılan bir kutu antipsikotik ilacın kullanımından sonra tekrar eskiye döndürülmeleri onların düşüncelerini somut olarak gördüklerini ve görebildiklerini değiştirmez sanırım.
19 Ekim 2016 Çarşamba
Kişiler ve Kişilikler
Belki de benim yanımdayken yeni bir sen yarattığın için bu kadar çok hoşuna gitmişimdir. İnsan kendine yeni bir kişilik yaratıp yeni bir role girmeyi başarabildiğini görünce bir hoş olur tabi. Ya da belki de eski kişiliklerinden sıkılıp yeni maceralara yelken açma isteğidir bu. Düşünceleri ve kişiliği sürekli değişen çok kişili yaratıklar olduğumuz doğrudur bence. Fakat yaşanan bu hoşnutluk bir süre için insanı kendinde tutmayı başarsa bile, biraz zaman sonra, o yeni kişiliği de hayatının bir parçası olduğunda, yine her şey sarpa sarmaktan başka bir hale geçmiyor malesef. Bu sefer de kendini tekrar yeni bir sen arama yolunda, kendini hırpalarken buluyorsun. Bu öyle zorlu bir yol oluyor ki ruhunda açtığı yaralar canını acıtmaya başlıyor bir süre sonra. Fiziki bir acı değil bahsettiğim, içten gelen, görülmese de hissedilen bir acı. Tabi etkilerini çevrendeki insanlar o kadar çok görüyor ki, onları ezmeden yeni bir düzlüğe çıkamıyorsun bu yolda. Eklenen her bir kişiliğin ardında bıraktığı; sevdiğin bir insanın leş kırıntılarından başka bir şey olmuyor. Kendine geldiğinde sen bu kırıntıları toplamayı başarsan bile tekrar can vermeye yetecek gücün kalmadığı için onlar da hayatın başka bir olasılığına doğru uçup gidiyorlar.
Kafanda kendini birçok kişi olarak yaratıp, birçok olasılığın içinden geçip; birçok sonuca varabiliyorsun. Amacı yemek yemek olan bir varlığın vücudunun yerine beynini geliştirip geldiği noktaya bakar mısın? Belki de bu kadar gelişmemeliydik gerçekten de. Bu kadar çok düşünmenin bana verdiği tek şey acıdan ibaret. Hatta biz insanlar artık acılarımızı göz önünde tutuyoruz. Birileri öldüğü zaman mezarlık diye yarattığımız yerlere gömüyoruz onları ve sonrasında arada bir yanlarına gidip acılarımızı yeniden tazeliyoruz. Birini seviyoruz ardından ya ölüyor ya bırakıyor ya da sen bırakıyorsun ya da bırakmak zorunda hissediyorsun ve sonra bir başkasını sevip aynı şeyleri yaşayarak acılarını yeniden tazeliyorsun. Hayat bir yuvarlaktan ibaret artık insan için. Bir kısır döngünün içinde hapsolmuşuz. Bu sadece acı için değil hissedebildiğimiz tüm duygular için geçerli bir tanımdır bence. Gerçekten düşünmek yerine yemek yemeyi ve ardından sadece ölmeyi bekleyebilirdim...
Kafanda kendini birçok kişi olarak yaratıp, birçok olasılığın içinden geçip; birçok sonuca varabiliyorsun. Amacı yemek yemek olan bir varlığın vücudunun yerine beynini geliştirip geldiği noktaya bakar mısın? Belki de bu kadar gelişmemeliydik gerçekten de. Bu kadar çok düşünmenin bana verdiği tek şey acıdan ibaret. Hatta biz insanlar artık acılarımızı göz önünde tutuyoruz. Birileri öldüğü zaman mezarlık diye yarattığımız yerlere gömüyoruz onları ve sonrasında arada bir yanlarına gidip acılarımızı yeniden tazeliyoruz. Birini seviyoruz ardından ya ölüyor ya bırakıyor ya da sen bırakıyorsun ya da bırakmak zorunda hissediyorsun ve sonra bir başkasını sevip aynı şeyleri yaşayarak acılarını yeniden tazeliyorsun. Hayat bir yuvarlaktan ibaret artık insan için. Bir kısır döngünün içinde hapsolmuşuz. Bu sadece acı için değil hissedebildiğimiz tüm duygular için geçerli bir tanımdır bence. Gerçekten düşünmek yerine yemek yemeyi ve ardından sadece ölmeyi bekleyebilirdim...
16 Ekim 2016 Pazar
Lanetli Sistemin Lanet Dünyası
Öğrendiğim o kadar çok zevk var ki artık anın tadını çıkaramama tribinden çıkamayacak haldeyim. Neden en zevkli olanı ben yapamıyorum? Ya da bunun için neden çırpınmaya, didinmeye ve çalışmaya gerek var ki? Madem ki sadece yemek yiyerek ve su içerek yaşayabiliyoruz; o zaman neden zevk alabildiğimiz, bizi yemek yemeye ve su içmeye teşvik eden şeyler bir fiyat aralığına sığdırılabiliyor. Kapitalizm pastası dediğiniz ve eşit dilimlere ayırdığınızı iddaa ettiğiniz o pastanın nasıl oluyor da küçük dilimleri bize gelip büyük dilimleri sizin elinizde kalabiliyor? Tabi ki pastanın sahibi sizlersiniz değil mi? İyi de pastayı sizin için yapan kişiler biziz. Dünyada seyahat etmeye para alınmasaydı, hatta az önce söylediğim gibi yemek ve su dışında başka hiçbir şeyi para vererek almıyor olsaydık, hayat daha kolay ve zevk verici olmaz mıydı? İşte o zaman intihar edenleri sayısı azalırdı. Delirenlerin sayısı, açlıktan ölenlerin sayısı, hatta uyuşturucu kullananların sayısı bile azalırdı. Çünkü zaten uyuşturucu kullanıp hayalini kurdukları dünyada yaşıyor olurlardı. Bunun olmamasının nedeni dünyadaki insanları yaşatan maddelerin bir anlık tükenimi olacağı ve bunun sonucunda dünyadaki yaşamın bitmiş olacağı için olurdu. Fakat şu anda söylediğim şey gereğinden fazla yiyenlerin, gereğinden az yiyenlere bir yardımı dokunacağıdır. Gereğinden fazla yaşayanların, gereğinden az yaşayanlara dokunacağı yardım... Uydurmuşuz bir sistem, (uydurmuşlar desem daha doğru olur) arada kaynayanları ne gören var ne duyan. Gerçekleri yüz önüne çıkarmak isteyenlerin kelleleri koltuk altı edilirken, gerçekleri göremeyenlerin kellesi de koltuk altında bir oraya bir buraya sallanıp dönerek dönen bir dünyadan başka bir olay göremiyorum ben.
10 Ekim 2016 Pazartesi
Teknoloji Dönemi Mağdurları
İnsanlar mı çok konuşuyor, yoksa bana mı konuştukları şeyler fazla geliyor karar veremiyorum. Bir mekanın bir masasına geçip oturduğum zaman, yan masaya gelip oturan iki üç yada beş on kişinin konuştuğu muhabbetlere kulak misafiri oluyorum. Hepsi teknolojiye odaklanmış sadece. Teknoloji ve günümüz toplumunun bizi getirdiği noktaların birinden bahsediyorlar. Bahsediyorlar da bahsettikleri zaman sadece onun varlığından haberdarlarmış gibi. Bizi getirdiği noktayı göremiyorlar. Ya kör olmuşlar ya da o bahsettikleri konuda hapsolup kalmışlar. Bilimin bizi getirdiği nokta teknolojinin sağladığı sosyal medya platformu olamaz. İnsanlar bundan habersiz bir şekilde, teknoloji gelişmeden önceki insanlardan daha geride bir pozisyonda ilerliyorlar -tabi ilerliyorlarsa eğer. Teknolojiyi sadece haberleşme ve kendilerini gösterme yönünde kullananlara benim laflarım. Ha konuyu değiştiriyormuş gibi olmadan bir şey daha eklemek istiyorum bunlara; dedikodu. İnsanların hatta insanlığın kuruluşundan bu yana yaşamını devam ettirebilmiş olan dedikodu eylemi. İletişim kurmayı öğrendiğimizden bu yana dedikodu denen soyutluğu başımızdan atamamışız, hatta belki de iletişim denen soyutluğu oluşturan olguya dedikodu diyebiliriz bile. Başka bir insan hakkında konuşmadan karşınızdaki insanla iletişim kurabilmenizin ihtimali sıfır diye düşünüyorum. Bu kişi kendimiz ya da karşımızdaki olabilir ama hiçbir zaman insan dışı ya da bir insanın söylediği bir şeyin dışında bahsettiğimiz bir konu bulamıyoruz. Belki de bu sadece benim yaşadığım yüz yılın içerisinde geçerlidir. Eğer ki öyleyse çok boktan bir yüz yılın içinde doğduğumu belirtmeliyim. Çünkü hiç kimse şu anda var olmayan ama var olabilitesi olan bir şey hakkında konuşmuyorlar. Eminim ki önceden insanlar var olmayan ama bulunabilitesi olan şeyler hakkında konuşuyorlardı ki şu an bu kadar çok ileri gidebilmişiz. Teknoloji konusundan bahsediyorum. Yani en azından diğer yüz yıllar, rönesans dönemi, sanayi dönemi vs. gibi dönemler olduğu için benim dönemim de teknoloji dönemidir diye bir çıkarım yapmam yanlış olmaz sanırım. Ama ki öyle bir ama var ki bu dönemde diğer dönemlerdeki gibi düşünme yeteneği bir bilgisayarın, bir yapay zekanın ta kendine bırakılmış olması. Bu yaratılan yapay zekanın bir insan elinden üretilmiş olma gerçeği hiçbir zaman değişmiyor benim için fakat sorun şurda ortaya çıkıyor; bunu üreten kişinin yaşı en azından 30-40 yaşlarında olsa bunu kullanan insanların yaşının hatta bunu bilinçsiz kullanan bir insanın yaşının 10-13 yaş aralığından başlaması bence mantıksızlığın ta kendisidir. Bu tür bir şeyi kullanacaksan ya da böyle bir süreçten ileri gidebileceksen bu şeyi var eden, üreten insanın yaşına geldikten sonra kullanmamız benim için en mantıklısı olur. Yaşından kastettiğim şey onun olgunluğudur tabiki. 40 yaşında bir insanın çözdüğü, bulduğu bir şeyi 10 yaşında algılayıp anlayabiliyorsak, bu; ne mutlu bu kadar gelişmemizedir. Anlatmak istediğim şey var olan bir şeyi anlamanın, üretilme amacının ne olduğunu anlamanın olgunluğuna ulaştığımızda o şeyi kullanmamız gerektiğidir.
6 Ekim 2016 Perşembe
Aslında Hepimiz Robotuz
İnsanlar birbirlerine duygusal anlamdaki çöküşlerini hiçbir zaman anlatma eğilimi göstermezler. Tabi ki bu gerçek anlamda bir çöküş ise. Bunun nedeni karşıdaki insanla oluşacak olan yeni bir duygusal bağlılığın korkusudur. Bu oluşan bağdan sonra karşısındaki insanın daha önceki insanın yaptığı gibi onu terkedip gideceğini düşünme korkusudur. Bu çöküşler tam anlamıyla bu gidişatta birkaç kez tekrarlandığında insan artık duygularından arınıp mekanik bir vaziyetin içine girmiş oluyorlar. Hatta bundan ziyade kendileri duygularından arınmış, duygusuzlaşmış bir mekanik oluveriyorlar. Bu saatten sonra ne sevebilme yeteneklerini ne de başka bir insana güvenebilme yeteneklerini kullanmaktan mahrum kalıyorlar. Artık oynadıkları rolün farkına vardıkları ve yeni bir role girmek sıkıcı ve itici geldiği için arka plana atılmış bir filmin oyuncusu gibi kendi hayatlarını sessiz ve sakin bir şekilde, geriden ve filmden çıkmış bir oyuncu olarak izlemeye devam ediyorlar. Bu henüz onların kendilerini kaybetmelerinin başlangıcıdır. Fakat bunun farkında olmadıkları için bir şey yapma eğilimi göstermezler; bu süreyi geçtikten sonra yapabilecekleri hiçbir şey olmayacağının farkındasızlığıyla. Bu bahsettiğim şey hayatın tüm alanlarına farklı biçimlerde hakim olduğundan, insan artık kendi kişiliğinin unutkanlığıyla baş başa kalmaktan kendini alıkoyamıyor. Artık kendini tanımaz bir biçime giren insan, kendini bir çok biçemde görmeye başlıyor ama bir an geldiğinde aslında o biçemlerin hiçbirinin kendi olmadığını anladığında; kendini, kendini bulamayacak bir boşluğun ortasında buluveriyor. Sürekli ve her ortamda farklılık gösteren kişiliğinin içinde kaybolmaya mahkum ediliyor. Bunu ne kabul edebiliyor ne de inkar edebiliyor; işte en zor durumda bu olsa gerek... Kabul etse bu toplumda kendini, "Ben bir deliyim." diye bağırmaktan daha kötü bir duruma gireceğinin farkında olacaktır; kabul etmese, "Bana ne oluyor, aslında ben kimim?" sorusuyla karşı karşıya kalacaktır. Sizce hangisi daha zordur? Bence ilk cevabı vermek yaşadığımız bu toplumda daha mantıklı bir hareketmiş gibi gözüküyor. Çünkü Sokrates'in bile ikinci soruyu cevaplayamadığını bildiğimiz bir dünyada ikinci cevabı vermek, diğer insanların zaten sizi deli kategorisine koymaya yeteceğinin kanıtıdır diye düşünüyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)